Geçtiğimiz beş yılda yaşanan işçi intiharları verilerine bakıldığında, sürekli bir artış gözleniyor. İş Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) raporunda 2013 yılında 15, 2014 yılında 25, 2015 yılında 59, 2016 yılında 90, 2017 yılında ise en az 89 işçinin intihar ederek yaşamına son verdiği belirtiliyor. Özellikle son üç yılda işçi intiharlarındaki artışın ciddi boyutlarda olduğu gerçeği gözümüze çarpıyor.


2018 yılı da, yine işçi intiharları veya intihar girişimleri haberleriyle başladı. Ocak ayında, inşaat işçisi olan Sıtkı Aydın geçinemediği için meclis önünde kendini yaktı. Onu takip eden haftalarda yine birçok işçi yaşamına son verdi veya son vermek istedi.
 

Geçinememeye tepki olarak yazar kasa fırlatma dönemi geride kaldı. İnsanlar artık kendi canlarına kıyıyor, kendini yok etmeye çalışıyor.

Peki ama işçilerin hayatına son vermesine neden olabilecek kadar önemli şey nedir?

İntiharları bir iletişim eylemi olarak görmek mümkündür. İntihar eden/intihar girişiminde bulunan işçiler, bu eylem öncesi insanlara bir şeyler söyler, ya da geride bıraktıkları mektupları vardır. Son dönemde intihar eden işçilerin söylediklerine kulak verelim; “Geçinemiyorum”, “İşçiyim, açım”, “Buraya kadar”, “İşsizim, iş bulamıyorum”. Bu sözlerden anlaşılan çok açık: İşçiler geçinemiyor. İSİG raporunda belirtildiği gibi artan işçi intiharlarının nedenleri; işsizlik, düşük ücret, alınan ücretin zamlar ve enflasyon karşısında sürekli erimesi, borçlanmanın artması, iş yerlerindeki mobbing uygulamaları olarak karşımıza çıkıyor.

Sosyolog Emile Durkheim, intiharların nedenlerini bencil, elcil ve anomik nedenler olarak üç gruba ayırıyor. Anomik neden olarak tanımladığı intiharların, toplumdaki bunalımlardan kaynaklandığını söylüyor. Burada, toplumda meydana gelen değişiklikler nedeniyle bireyin yaşam biçimi değişir, alt-üst olmuşluk hali ortaya çıkar. Yoksulluğun, tek başına  intihar nedeni olmadığını vurguluyor Durkheim.

Durkheim’ın araştırmalarından çıkardığımız sonuç; durumun bireyler özelinde olmadığı, aslında bireylerin toplumdaki bu ekonomik değişim sürecine verdikleri bir tepki, bir başkaldırı olduğudur. Türkiye’deki işçi intiharlarının belli bir mesleğe, iş koluna ya da işçi grubuna özgü olmaması, sınıfın tüm katmanlarının umutsuzluk ve çaresizlik içinde olduğunu göstererek Durkheim’ı destekler niteliktedir.

İşçileri intihara sürükleyen, umutsuz ve çaresiz bırakan nedir? Ülkede ne değişti de intihar vakaları son 3 yılda bu derece arttı ve artmaya devam ediyor?

2016 yılı ortasında yaşanan “darbe girişimi” sonrası Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi ve ülke Kanun Hükmünde Kararname’lerle (KHK) yönetilmeye, meclis işlevsizleşmeye başladı. KHK’larla birçok çalışan işten atıldı, OHAL bahane gösterilerek hak talebinde bulunmak isteyen işçiler engellendi. İşçilerin anayasal hakkı olan grevler yasaklandı, yasal haklar askıya alındı. Aynı zamanda sendikalar itibarsızlaştırılarak sendikalaşmanın önü tıkandı. Bütün bu baskılar nedeniyle sınıf bilinci geriledi, işçiler yalnızlaştırıldı. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesine izin verilmezken, OHAL’in işverenler için var olduğu açıkça beyan edildi.

Ülkenin bugünkü sosyo-ekonomik durumunda, uzun vadede yaşananlar da etkilidir. Özelleştirmelerin 2001 krizinden sonra 2002 yılından itibaren Türk Telekom’dan Tekel’e, PETKİM’den TEDAŞ’a kadar birçok alanda olması, özelleşen kurumlarda çalışan işçilerin işsiz kalması veya çok daha kötü koşullarda, güvensiz ve düşük ücretle çalışmaya mahkum edilmesine neden oluyor. Özelleştirmeler o kurumlarda çalışan işçi ve ailelerini etkilemesinin yanında özelleştirmenin olduğu şehrin ekonomisini ve ülke ekonomisini de etkiliyor. Örneğin; Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu, Et ve Balık Kurumu, Yem Sanayi gibi kurumların özelleştirilmesi hayvancılıkta Türkiye’yi dışa bağımlı olmak zorunda bırakmıştır. Özelleştirme sonrasında ülkedeki hayvancılığın artması için teşvik paketleri çıkarıldı, krediler verildi fakat yine de bir fayda sağlanamadı; hala inek ithal ediyor durumdayız. Etin ithal edilmesi, fiyatları da etkiliyor tabi; her geçen gün katlanarak artması et alabilen insan sayısında giderek azalmaya neden oluyor.

Yaşanan bu kötü tecrübelere rağmen, hala özelleştirmeler gündemde. Devlete bağlı 25 şeker fabrikasından, toplamda 14 bin işçinin çalıştığı 14 fabrika özelleştirilecek. Fabrikaların satışı, ekonomik ve sosyal bakımdan sadece o fabrikalarda çalışan işçileri ve onların ailelerini değil, ülkede yaşayan insanların bütününü etkileyecektir.

OHAL ve özelleştirmelerin yanı sıra toplumun yoksullaşmasına yol açan başka bir neden de, güvencesiz çalışma, bir diğer adıyla taşeron işçiliğidir. 80’li yıllarda IMF ile yapılan “yapısal uyum” anlaşmaları doğrultusunda ülke ekonomisinden siyasetine kadar birçok alanda ulusal ve uluslararası tekelci sermayenin isteği doğrultusunda düzenlemeler yapıldı. Taşeronluk sistemi de bu süreçte ortaya çıktı. İlk başta taşeron sistemi istisnai ve geçici işler için geçerliyken, günümüzde özel sektörle kalmayıp kamu sektörünün bile her alanına yayıldı.

Özelleştirme sürecinde olduğu gibi, taşeronlaşma da 2001 krizinin devamında, 2002 yılı ve sonrasında hızla artış gösterdi. Yıllardır güvencesiz çalışan taşeron işçilerinin durumu, yine yıllardır süren tepkiler sonucunda, nihayet gündeme alındı. OHAL kapsamında 696 sayılı KHK ile sadece bir kısım kamu kurumlarında taşeron olarak çalışanların sürekli işçi kadrolarına geçişine dair düzenleme getirildi. Bu kısıtlı kadronun duyurusu ise “1 milyon işçiye kadro” şeklinde müjdelendi. Oysa ki 1 milyon çalışanın birçoğu kadro dışı kaldığı için kadroya başvuramadı bile. Başvurabilenlerin çoğu da sürecin çeşitli eleme basamaklarında eleniyor. İlk eleme basamağı sonuçları kadro yalanını bir kez daha ortaya koyuyor. Belediyelerin kendi sitelerinde yayınladığı sonuçlara göre; binlerce taşeron işçi çeşitli gerekçelerle (hatta nedenleri dahi açıklanmadan) işsiz kaldı.

Zaten güvencesiz çalışmaya mecbur bırakılan taşeron işçisinin bir çıkış kapısı olarak gördüğü, bir umut beslediği “kadro müjdesi” de hayal kırıklığıyla ve işsizlikle sonuçlanıyor.

Sonuç olarak yukarıda saydığım uygulamalar, insanları işsiz bırakıyor, güvencesiz çalışma koşullarına mahkum ediyor, işçileri yalnızlaştırıyor, korku salıyor ve çaresizleştiriyor, halkın yoksullaşmasına neden oluyor. Ve işçi intiharları, adeta tek çözüm halini alıyor.

İntiharların çözüm için uygun bir yol olmadığı gün gibi ortadadır. Peki bu çaresizlikten, sıkışmışlık ve yalnızlıktan kurtulmak için çözüm ne olabilir?

Son yıllarda sendikaların bile “terör örgütü” olduğu yönünde kara propaganda yapılması, işçi sınıfının sendikal mücadeleden çekinmesine yol açabiliyor. Geçtiğimiz hafta DİSK, IPSOS ile ortak çalışmasının sonucunu “Türkiye İşçi Sınıfı Gerçeği” adlı raporu yayınladı. Bu rapora  göre işçilerin %87’si sendikasız ve sendikasız işçilerin %60’ı sendikalı olmak istemiyor. Sınıf bilinciyle hareket edilememesi, değişen ekonomik koşullarda işçilerin bireysel eylemlerine dönüşüyor. Bu eylemler, Tunus’ta Muhammet Buazizi’nin kendini yakmasıyla Arap Baharı’nın yaşanmasına olanak sağlayan toplu bir isyana da dönüşebilir elbette. Fakat günümüz Türkiye koşullarında henüz böyle bir gerçeklik görünmüyor.

Çözüm yolu arayışında, yine istatistiki verilere bakılabilir. DİSK’in yaptığı araştırma sonucu yayınlanan raporda, sendikasız işçilerin aylık ortalama net geliri 1869 lira, sendikalı işçilerinki ise 2260 lira olarak tespit edilmiş. Bu veriden anlaşılan; sendikalı olmak, işçinin daha yüksek ücret almasını sağlıyor.

Geçtiğimiz ay, metal iş kolunda işçi sendikaları ve işveren sendikaları arasında geçen toplu iş sözleşmesi süreci, işçilerin birlikte duruşu sayesinde işçi lehine kazanımla sonuçlanmış, işçi sınıfına umut olmuştur.

İşçi sınıfının ilerlemesi elbette mevcut iktidarın ya da yürüttüğü politikaların değişmesiyle de bağlantılıdır. OHAL’leri grev yasaklama aracı olarak kullanan, işçi sınıfına karşı, işverenin sırtını sıvazlayan ve tekelci sermayelere yönelik atılımlar yapan bir iktidar var. Sınıfın yoksullaşmasına, işçinin yalnızlaşarak çaresiz kalmasına neden olan görüldüğü gibi iktidarın uyguladığı politikalardır. Bu durumun değişmesi, sermaye sınıfının değil işçi sınıfının lehine dönmesi, işçi intiharlarına bir çözüm olabilecektir.

Bunun yanı sıra yine DİSK raporunda sendikalaşmanın ne kadar düşük olduğu ve işçi sınıfının sendikalara karşı güvensiz olduğu görülüyor. Sendikal anlayışın da değişmesi; işçi sınıfından yana bir yerde durması, sınıf çıkarlarını koruması ve bunun için iktidara baskı yapması gerekiyor.

İşçi intiharlarının “Arap Baharı”na dönüşecek isyanı başlatmasını beklemek yerine, sınıf bilinci ile, yalnızlaşmadan, bir araya gelerek bu yoksullaşma sürecini aşmanın yolları bulunacaktır.