Halka sorulur, anketler yapılır, “Ülkede nasıl yaşamak istersiniz?” şeklindeki sorulara verilen yanıtların en kötü ihtimalle ilk üçü arasında, “barış ve kardeşlik içinde” cevabı gelir.
Toplumun büyük bir kesimi, büyük bir motivasyonla, Türkiye’den kalkıp Suriye topraklarına gitmiş askerlerin kaç kişiyi öldürdükleri ve kaç askerin öldüğü haberlerini soğukkanlılıkla dinleyip duruyor. Bu kadar ölümden haz almak nasıl mümkün olacak, sınırların ötesinde ne işimiz var, hedef nedir, çözüm nedir konularında bir türlü mantıklı bir açıklama bulamıyoruz.
Hedef nedir? Ülke sınırının alt taraflarında “terör koridoru” oluşmasın.
Hatta “terör” olmasına bile gerek yok “Kürt” koridoru oluşmasın.
Ne olur Kürt koridoru oluşursa? Terör olur.
Biz ne yapmalıyız? Buradan kalkıp Suriye topraklarına gidip, oradaki Kürt koridorunu yok etmeli, Suriye’yi “arındırmalı”yız.
Suriyeliler kimler? Bir önemi yok, Kürt olmasınlar yeter, ya da Kürt olmayanlarıyla ilgilensek yeter, Kürt değillermiş gibi davransak da yeter.
Hedef nedir? Suriye tertemiz olacak.
Bize ne? Bizim ülkede terörden kurtulmuş olacağız. Yani Kürtlerden…
Bu korkunç soru-cevaplarla baş başayız. Söz konusu “Kürt Memed annesini görmesin” olunca, toplumun çok büyük bir kesiminin bu cevaplara nasıl bir motivasyonla sarıldığını, açıklama diye böyle konuştuğunu görüyoruz.
Örneğin ülkenin sosyal demokratları için; ÖSO gibi cihatçı bir topluluğun “Kuvayi Milliye” ile özdeşleştirilmesi sorun olmadı, harekatın “Kızıl Elma” olarak ilan edilmesi sorun olmadı, “Kürt’leri desteklemiş gibi görünmek” çok büyük sorun oldu.
Operasyonun ilk günlerinde, AKP’nin milliyetçiliği körüklemesine karşılık, daha fazla milliyetçi olduğunu anlatmak için olağanüstü çaba gösteren sosyal demokratlar, bu körü körüne savunuyu ilerleyen günlerde geri çekti. Operasyonun doğrudan AKP dışında kimseye bir fayda sağlamıyor oluşu ve sınırların dışında bir milliyetçilik vurgusunun kendilerine de yaramıyor oluşunu idrak edebildiler. Tabi bu itirazlarda en ileri çıkış, “harekatın hükümetle özdeşleştirilmesini doğru bulmamak” düzeyinde kalsa da, HDP ve sosyalistler dışında itirazlar edilmeye başlandığını görüyoruz. Hatta daha da ilerisi, buna Eski Genel Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ dahi eklendi. Milliyetçilik iyiydi güzeldi, ama yalnızca iktidara hizmet etmekteydi.
“Savaş kime yarıyor?” sorusunun cevabı tek bir yeri gösteriyorsa, doğruya ulaşmak daha sarihleşebiliyor, kolaylaşabiliyor.
Son kertede günler geçti, Saray-AKP-MHP ittifakı savaş desteğinin toplumda karşılığı konusunda yüzde 60’lara gerileme duruma geldi. Bunun dışındaki yüzde 25’lik bir demokrat kesim ise destek mesajlarını artık geri çekti, şimdilik Kürtlerle ittifak yapmış gibi görünürlerse başlarına gelecekleri düşünürken sessizler.
Geri kalanı HDP ve sosyalistler olarak tarif edersek, burada da sular biraz dalgalı.
Çünkü kardeşliği konuşmaya başladığımız her dönem, ardından bastıran milliyetçilik ve savaş siyasetinin, toplumda böyle karşılık bulmasının elbette bir zemini var.
Ülkenin sosyal demokrasi ve milliyetçilik ortalamasından, sola dönüp baktığımızda da pek aydınlık bir yere varamıyoruz.
Sorun; kardeşliğin, ulusal kültüre ikamesidir
Ulusal sorun ilk kez Türkiye’de başımıza gelmediği için, geçmiş deneyimlerden görebiliyoruz. Her toplumun sınıflar mücadelesinde ezilenlerin yanında olan tarafları, bağlı olduğu ulusun kültürünü taşır. Bu kültür, sosyalistleri her zaman iyi bir yöne taşımaz ve bu sorun çoğu zaman uluslar meselesinde ortaya çıkar.
Somut örnekleri; tam diktatöre karşı birlik olacağız ki, o anda “Kürt meselesi” girer devreye. Bakınız; Gezi, 7 Haziran, 1 Kasım, Başkanlık referandumu vb.
Dünyanın en fazla nüfusuna sahip uluslaşma mücadelesi veren halkının, en yoğun yaşadığı ülkelerden birinde sınıflar mücadelesi veriyoruz. Bu ulusal sorun varken, yokmuş gibi davranmaya çalışmak, başka yerlerde denenmiş ve doğrulanmış örneklerini atlamak mümkün olmayacaktır. Bu nedenle zaten gündemden hiç bir zaman düşmeyen temel sorun olarak kalmıştır. Yok saymakla ortadan kalkması imkansızdır. Burada sadece ezilen halk açısından değil, ülkenin demokrasiyi ve özgürlüğü benimsemiş tarafında da yaklaşımlar tartışmalıdır.
“Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığını vardır. Ama her ulusta aynı zamanda (çoğunlukla gerici ve yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültür de vardır ve bu ulusal kültürün bir öğesi olarak kalmaz egemen kültür biçimine dönüşür. Böylelikle ulusal kültür, genel olarak burjuvazinin kültürüdür.” (Lenin-UKTH- s21)
Tam da Lenin’in tabiriyle, bulundukları ulusun kültürüne sıkı sıkıya bağlanan, o kültürün içinden demokrat öğeleri toplamaya çalışan, buralara tutunmakla yetinen bir sol, ulus meselesinde net bir tutum alamıyor. Beslendiği kültürü reddedemiyor, reddetmeyi göze alamıyor.
Bu yaklaşımdan yola çıkınca, “sorunlu konulara fazla girmeye gerek yoktur” siyaseti ortaya atılıyor.
Genel anlatımlarda, cümlelerinin başlarını süsleyen “yurt”, “memleket”, “yurtsever”, “vatan” kavramları bu kültüre bağlılığın en net kavramları olarak, seve seve ve hiç tereddütsüz kullanılıyor.
Bu memleket sevgisiyle, yurtseverlikle, şiir tadındaki söylemlerin yarattığı kültür kimin kültürü? Hangi kültüre hizmet ediyor?
Sol bunu ulusal kültüre sahip emekçi yığınlara seslenmek olarak kullanırken; aslında halka “sevdikleri telden çalmak”tan öteye gidemiyor.
“Her Marksist böyle testler yapmalıdır”
Burada, koca bir ulusal sorun varken, yokmuş gibi davranmaya çalışmak zor tabi. Yalnız bu ülke topraklarında değil, dünyanın bir çok coğrafyasında yaşayan, sahip çıkan, kaçmayan ve başaran bir ulusun mücadelesini konuşuyorsak, bu soruna sosyalistlerin cevabının nereye işaret ettiği esas meseledir.
Lenin, tam da bu konuyu analiz ettiği Ulusların Kaderini Tayin Hakkı’nda iddiaların doğrulanışına dair şöyle bir yöntem öneriyor:
“Bir soruna dair iddialarının doğruluğunu saptanması için iyi bir yol, bu sorun karşısında, toplumun değişik sınıflarının bu sorun karşısındaki tavırlarını incelemektir. Her Marksist böyle testler yapmalıdır.” (Lenin-UKTH-s73)
Testin sonucuna bakalım, kimin kültürüne sahip çıkıldığı, bunun kime yaradığı sonucuna varalım.
Burada bile bile yanlış şıkkı işaretlemeye kalkışmanın Marksizm’le alakası yoktur.
Fakat yine de yanlış şıkka gidenlerin eğilimi baskın gelen burjuva kültürü gibi yaygındır. Yalnız ülkenin demokratlarında değil, solunda da yaygındır.
Bu nedenle ülkede kardeşlik her dönem sevilerek kullanılan bir kavram olsa da gerçekte hep darbe yemiştir.
7 Haziran örneği varken, geri dönülemez
Sırf AKP içeride kaybettiği egemenliği, milliyetçiliği körükleyerek sağlayamasın diye savaşa karşı durmak zorunluluğu, yalnızca sosyalistlere ait bir zorunluluk değildir. Fakat toplumu buna ikna etme görevi sosyalistlerindir.
Burada 7 Haziran’a dönüp bakma gereği doğuyor. Ne olmuştu? Söz konusu olan, ülkede diktatörlüğe karşı çıkmak ise, toplumun öncelikleri değişebilmişti. Toplum diktatörün karşısında kardeşçe birlik olabilmişti. Sosyal demokratların elleri HDP’ye oy vermeye gidebildi. Diktatörlük kendisini iktidardan düşüren güce savaş açtı, o eller geri döndü. Yine karşı saldırı savaş ve milliyetçilik oldu.
İktidar her döneminin çıkışını, milliyetçiliği körükleyerek yapmaya çalışıyor. Görüyoruz ki, bu siyaset şu an toplumda itibar görüyor. Bu yadsınamaz. Fakat buna teslim de olunamaz.
Bu ortamda barışı savunmak iki yönden kolay olmayacaktır. Birincisi mevcut ulusal kültürün etkilerinden arınan bir sol olmayı başarmak, ikincisi sıkı sıkıya bu ulusal kültüre sarılan toplumu ikna etmeyi göze almak.
Kardeşliğimizin zedelenmesi kimin yararına ise öfkemizi oraya yöneltelim
Yine sorumuza geri dönelim, savaş kimin yararınadır?
Kardeşliği kaybetmek kimin yararınadır?
Tüm ülkelerin emekçilerine seslenecek olanlar, halkların savaşında egemen tarafta olursa bu kimin yararınadır?
Soruların cevabı tek bir yere işaret ediyorsa, doğru seçenek kardeşliği savunmaktan bir adım bile geri adım atmamaktır.
Gezi direnişine kadar toplumu, siyaseten ikna etmek üzere uğraşan ve başarılı olan AKP, Gezi direnişi itibariyle kitlelerdeki bu etkisini kaybetmeye başladı. Bu süreçten itibaren, anlatılacak ve ikna edilecek konulardan ziyade baskı, tehdit, savaş ve bulunduğu yerleri sağlamlaştırmak için ele geçirme siyasetine geçti. Halbuki Gezi öncesinde konuşulan çözüm süreci iddiası, gelmiş geçmiş iktidarlar arasında en ileri atlayıştı AKP için.
Bir o zamana, bir de bu zamana baktığımızda aradaki uçurum, peşinden koşulan milliyetçilik mefhumunun temelsizliğinin en güncel örneği.
Şimdi bizden, nerede bir Kürt görülse yok edilmesine alışılmamız isteniyor. Önceden “benim de Kürt arkadaşlarım var” diye başlayan, Kürtlerin hepsinin “kötü” olmadığını anlatmaya çalışan o geri söylemler bile hiç duyulmuyor artık.
Gerçekten kimsenin Kürt arkadaşları bile yok mu artık? Bunu bile söyleyemeyecek halde midir toplum?
Bizleri dikta rejimi karşısında bir araya getiren, hepimizin aynı dili konuşmaya başladığı her şey, iktidarın iki dudağı arasındaki, “Tek millet” ile başlayan cümlelerle sonlanıyor. AKP karşısındaki toplum ise, rejimin sürekli ittifak kurup, karşısındakilerin birlik olamayışına kızıyor. Bu ne kadar tutarlı?
Milliyetçiliğe sonuna kadar yaslanan bu savaş siyaseti öyle bir mefhum ki, iktidarın kimseyi bir şeye ikna etmesine gerek kalmıyor. O kadar ki, sanki evrende ilk kez “savaşa hayır” denmiş, daha önce hiç denmemiş gibi, bir tutuklama furyası başlatabiliyor. Bu cesareti nereden alıyor?
Şimdi biz, tüm sorunlarımızı başka bir tarafa itmeye hazır mı bekleyeceğiz. Kürt Memed annesini görmesin diye, toplumu açlığa, ölüme mi sürükleyeceğiz? Oldu olacak sırf bunun için Erdoğan’ın başkanlığına “Evet” mi diyeceğiz?
Toplumda itibar gören savaş siyasetini beslemek değil, değiştirmek için Gezi’ye, 7 Haziran’a Referandum’a dönüp bakmalıyız. Değişimi, değişmeyi ve değiştirmeyi savunmalıyız.
Kardeşliğimizi savunmalıyız. Teslim olmak bizim işimiz değil. Hele ki bir dikta rejimi, rejimini bunun üzerine inşa ediyorsa hiç değil.
Tüm ülkelerin emekçileri için asıl sorun, hangi ulusa ait oldukları sorunu değil, hangi ulusa ait olurlarsa olsunlar onları sömürenler olmasıdır. Bugün sınırların ötesinde savaşa milyonlarca liralar akıtılırken, işsizlikten kendisini yakanlar, geçinemeyenler, sınırların diğer ucunda emeğiyle geçinenlerden farksızdır.
Savaş yalnızca o silahlara sahip olanların arasındadır. Emekçilerin çıkarına ölümden başka düşen hiç bir pay yoktur. Bu nedenle de, bugün savaştan kaçıp gelmiş olan bu topraklarda yaşayan Suriyeliler, şu an o topraklara savaşa gönderilen askerlerden farksızdır.
Bir yanda bu topraklara gelmek zorunda kalan Suriyelilerin, diğer yanda o topraklarda ölmek zorunda olan askerlerin tercihleri oldu mu? Hangilerinin kendi kararıdır? Hangilerinin kendi çıkarınadır? Bu ülkenin herhangi bir kategorisinin, bu iki kategoriden hangi açıdan bir farkı vardır? Bizim kaderimiz, işte şu an bir tarafını tutmamız istenen, iki tarafın da kaderiyle ortaktır.
Böylesi kardeşliğimizi zedeleyen öfkeyi, savaşın varlığına yönlendirmek zorundayız.
Bugün halkların eşitliğini ve kardeşliğini daha çok savunmak ve savunulmasını sağlamak hepimizin görevidir. Tüm bu zorluklar bu sorundan kaçışı değil, daha çok çabayı gerektirir.
Çünkü tüm ülkelerin emekçilerine ancak onurlu bir barışı savunduğumuzda seslenebileceğiz.