Türkiye’nin son birkaç yılının toplumsal muhalefet için en hafif tabirle kurak geçtiğini söylemek herhalde çok da yanlış olmaz. Elbette bu kuraklığın ve genel olarak muhalefetin üzerine serpilen ölü toprağının, keyfi gözaltılar, yargılamalar, toplu ihraçlar gibi burada saymaya gerek bile olmayan oldukça anlaşılabilir nedenleri var. Ancak tüm bu geri çekilme döneminin aslında çok görünür olmasa bile belki de tek istisnası var, o da çoğunlukla kendiliğinden gelişen işçi hareketleri. Devasa fabrikalarda çalışan binlerce işçi, özellikle son birkaç yılda, kendilerini yasaların çizdiği sınırlarla sınırlandırmayan bir dizi fiili meşru direnişe geçtiler. Hatta belki de, OHAL’a karşı tek gerçek direniş işçi sınıfından geldi demek bile çok abartılı olmaz. Bu eğilimin başlangıç noktası olarak nereyi seçmek gerektiği tartışılabilir ama herhalde Bursa’da başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan metal fırtınayı, hem ölçeğinden hem de etkisinden dolayı bir başlangıç saymak çok da yanlış sayılmaz.
 
Metal fırtınanın ardından ise, bu fiili, meşru ve yasakları tanımayan eylem çizgisini sürdüren irili ufaklı çok sayıda eylem oldu, bunların irice olan birkaçından örnek vermek istersek, Petkim, Şişecam ya da ABB, Schneider, General Elektrik gibi önemli elektrik ekipmanı üreticilerini kapsayan EMİS’de grev yasağı sonrası yaşanan fiili grevleri sayabiliriz. Tüm bu eylemleri, diğerlerinden ayıran en temel özellikleri, kendi sendika bürokrasilerine karşı veya onlara rağmen, işçilerin kendi insiyatifleriyle ve tüm bu baskı döneminin yasaklarından hiç korkmadan, çekinmeden yasal sınırların ötesine geçerek bunları gerçekleştirmiş olmalarıdır. Yine önceki birçok eylemden farklı olarak, özelleştirme veya toplu işten çıkarma gibi saldırılara karşı mevcut haklarını korumak için giriştikleri müdafaa eylemleri değil, ama yeni haklar almak, haklarını ilerletmek için giriştikleri ileriye doğru hamlelerdi bunlar.
 
Çoğunlukla, sendikal bürokrasinin dışında kaldığı veya ona karşı girişilen bu eylemler, kendi içinden el yordamıyla kurulan komiteler veya kendi içinden gelişerek çıkan sözcüler/temsilciler yarattı. Bu nedenle işçiler dışarıdan birilerinin aldığı kararların uygulayıcıları değil, kâh doğru, kâh yanlış kendi aldıkları kararların takipçileri oldular. Bazen birkaç gün, bazen birkaç hafta gibi oldukça kısa süren bu direnişlerde yer alan her bir işçi, karşılaşılan her bir sorunda, alınacak her bir kararda yaşadığı tartışmalarda, kimi zaman bunlardan edinilen başarılardan, kimi zaman ise yapılan yanlışlardan, çok önemli deneyimler biriktirip, bir anlamda da siyasallaşarak çıkıyor. Benzer şekilde, işçilerin kendi kararlarını kendilerinin aldıkları, meclis/ komite/konsey tarzı yapılanmaların yaygınlaşması ve sadece böylesi eylem süreçlerinde değil ama işçilerin kendi hayatlarını ilgilendiren her bir kararı kendilerinin almalarının araçlarının yaratılması, kuşkusuz işçi sınıfı arasında daha geniş bir siyasallaşma dalgası yaratacaktır.
 
Daha önce bahsettiğimiz tüm bu baskı atmosferinin içerisinde, işçi sınıfının büyük riskler alarak ve tabiri caizse kendi göbeğini kendi keserek girdiği tüm bu direnişlerle, sosyalist sol ise olsa olsa en fazla arada fırsat buldukça direniş ziyareti turizminin ötesinde pek de ilişkilenememiştir. Oysa ki, sürekli dert yandığımız toplumsal muhalefetin üzerindeki bu ölü toprağını atmanın belki de yegâne yolu, işçi sınıfının bu direnişlerinin kazanmasına, buradan edinilen deneyimlerin yaygınlaşmasına ve bu mücadeleler arasında bağ kurulmasına yardımcı olmak için doğrudan içinde yer almaktan geçiyordur. Bu elbette bugünden yarına gelişebilecek bir süreç değil, uzun soluklu, sebatkâr bir kolektif çabayı gerektiriyor. Bu amaçla, sınıfın kendi mücadelesine kendisinin yön verebileceği işçi meclislerinin kurulmasına elinden geldiğince destek olmak isteyenler ve içinde bulunduğumuz bu darboğazdan işçilerin mücadelesinden beslenerek çıkmanın yollarını arayanlar 17 Aralık’ta buluşuyoruz. Hep beraber tartışmak ve kollarımızı birlikte sıvamak için sizleri de bekleriz.