Emre (Gürcanlı), Süreyya (Algül) ve ben, Zafer (Aydın) Ağabey’in yönettiği bir 15-16 Haziran Panelindeydik BMİS salonunda son yıl dönümünde. Bizim konuşmalardan sonra katkılar sırasında Kamil (Kartal) Ağabey tüm etkinliğe damga vuran o günlerden bugüne ne kadar gerilediğimizi ortaya koyan tespitler üzerine bunu hep beraber konuşmamız gerekir dedi. Çünkü Türkiye solu bu sorumluluktan kaçamazdı. Türkiye’de işçi mücadelesi 46 Sendikacılığından KESK’in kuruluşuna hep sosyalistlerin inisiyatifinin, işyerindeki hareketlenmeyle buluşmasıyla olmuştur. Son yıllarda ufak da olsa orta boy da olsa direniş görmeyen organize sanayi bölgesi var mıdır bilmem Metal Fırtına’yı saymıyorum bile. Herhalde işyerleri hareketsiz değil… Çuvaldızı kendimize batırmanın vakti geldi bahsedilen buydu. Biz de bu amaçla harekete geçtik.
AKP dönemi Türkiye’si şehirli bir sanayi ülkesi her ne kadar sanayimiz esas olarak katma değeri düşük sektörlerde yığılmış olsa da durum bu. 2008 krizine kadar ki bol dış finansal kaynaklı konjonktürde patronlar semirdiler. Açıkçası işçiler de finansallaşma sayesinde tüketim toplumunun nimetlerinden borçlu hale gelerek faydalanabildiler. Unutmamalı ki katma değeri düşük bu sektörlerdeki Türkiye işçi sınıfı sadece emeğiyle değil kanıyla da bu zenginleşmeye katkı yaptı. İş cinayeti kavramı ne yazık ki sanki bir daha çıkmamak üzere hayatlarımıza girdi, bir mücadele başlığı oldu. Kriz kendini gösterince ise semiren sermaye sınıfı bolluk döneminin faturasını zaten kanıyla ve emeğiyle bu süreci mümkün kılan işçilere yıkmak istiyor. Yapabilirlerse hesabı ödemeden masadan kalkacaklar. Önümüzdeki iki yıl aynı zamanda bu kavgaya tanık olacak.
Bunu engellemesi gereken kuşkusuz sendikal merkezler. Biz genelde sendikal önderliklerin sağcılarda olmasından yakınırız. Oysa azımsanmayacak miktarda sendika yöneticiliği ve saire bizlerin elinde. Bir fark yaratılabiliyor mu? Bu sorunun yanıtının arkasından genelde bazı güncel örnekler de anlatarak tonu yükseltiyoruz. Böyle yapınca da eleştiri sert oldu deniyor. Kendimizi eleştirdiğimiz için dilimiz bu, başkalarını eleştirsek nazik oluruz. Üstelik E. P. Thompson Fransız yapısalcılığına çok ağır eleştirmesini sorun edenlere sadece söylediğinin toplumda herhangi bir karşılığı olmadığına emin olanlar nazikçe tartışır demişti. Solun sendikalardaki sorunlu tutumların toplumsal bedeli geldiğimiz noktada ziyadesiyle ağırdır. Bunu nazikçe tartışamayız.
İhtiyaç işçi hareketinin öz örgütlenmelerinin canlanması ve bunların belirli bir siyaset yönelimiyle harekete geçmesidir. Siyaset yönelimi dediysek daha önce kimsenin aklına gelmemiş sadece bizim düşünebildiğimiz çok yeni fikirlerden bahsetmiyoruz. İş cinayetlerine karşı, güvenceli çalışma için zaten işçi hareketinin içinde oluşan talepler bellidir. Asgari ücret zaten son seçimlerde temel tartışma başlıklarından biri olmuştur. Kıdem tazminatı kırmızı çizgimizdir demeyen kalmadı. Peki bu söylenenleri harekete geçirecek siyasi motivasyon ve toplumsal örgütlenme nerede? Açıkçası bu yönde siyasal bir kararlılıkla ortaya çıkan olmazsa bu yönde de bir adım atılmayacak. Kuşkusuz bir kez yola çıkınca başka siyasal öneriler de emek hareketinin gündemine girecektir. Kavga yeni talepler de gündeme getirecektir.
“Kısacası, bu gidişe bir dur demek, işçi sınıfının çıkarlarını kendi çıkarlarıyla eş tutan sosyalistlerin en önemli görevlerinden biridir. Birleşik Emek Koordinasyonu Girişimi, işçilerin illallah ettiği bürokratik sendikal yapılardan farklı olarak, işçi demokrasisinin yeşereceği, işçi sınıfının kendi kolları ve aklıyla var edeceği merkezlerin, işçi meclislerinin ülkemizin her yerinde kurulması için bir adımdır” diyor yayınladığımız bildiri. Bir önerimiz var sınıf zeminlerinde yeniden canlanmanın gerçekleşmesi için inisiyatif almak üzerine bir öneri. Bunu işçi mücadelelerine aşina olan ve olmayan insanlarla paylaşmak, onların önerimize dair görüşlerini duymak istiyoruz. Daha da önemlisi ortaklaştıklarımızla bu yola birlikte çıkmak… Aralık ayının 17’si Pazar günü saat 13.00’da Kozyatağı Kültür Merkezi Kadıköy/İstanbul’da buluşalım.