29 Ekim kutlamalarından sonra AKP’nin “Atatürkçülük stratejisi” iddialarını tartışmak için biraz geriye gidelim.
AKP’nin girdiği ilk seçimlerden bu yana nasıl ilerlediğine, yükselişine bakacak olursak. Öyle ki her seçim öncesi kullandıkları; “kötü olan ekonomiyi düzeltme”, “komşu ülkelerle dostluk”, “bireyin önünün açılması, özgürlük” ve “başörtüsü” kapsamında “din ve vicdan hürriyeti” gibi söylemlerini bir hatırlayalım. Ancak 15 yıl önceki durum biraz daha farklıydı ve işe yaradı. Seçildiler.
Şimdi ise durum farklı; bu vaatlere, korkutma politikalarına rağmen ülkenin yarısından fazlasının “hayır” dediği aşikâr olan bir seçim atlattılar. Bu işlerin onlar açısından giderek kötüleştiği anlamına geliyor. Önlerine hedef olarak koydukları 2019 seçimlerinde de her bir oyun önemiyle hareket edeceklerini, değiştirdikleri siyasal tutuma bakarak anlayabiliriz.
Seçimlere ilk girdikleri dönemde olduğu gibi yeniden daha yumuşak bir atmosfer yaratmaya çalıştıklarını söylesek de bunun somut olarak hayatımızda karşımıza böyle çıkması oldukça zor. Çünkü attıkları ilk adımdan sonra bir sağ geleneği olarak, tek bir lidere biat fikrini sonuna kadar ilerlettiler. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük vaatlerinden devletin hızla tekelleşmesi ve bir reisin güdümünde olmasını sağladılar. Durum öyle bir yere gelip dayandı ki “milletin iradesiyle gelen milletin iradesiyle gider” den, parti kadrolarının Erdoğan’ın tek bir sözüyle makamından ağlayarak ayrılmak zorunda kaldığı -belediye başkanlarının istifası örneğin- aşamaya geçtik.
29 Ekim Cumhuriyet kutlamalarında ve sonrasında ise özellikle “hayır” diyen halkın geniş bir kesimini kapsayan Atatürkçülere ılımlı yaklaşmanın, onları da kazanmanın yolu olarak Atatürk sevgisini öne çıkartır oldular. Burada seçimlerde kararsız AKP seçmeni de işin içine giriyor. Çünkü yıllar boyunca okullarda “andımız”, “bayrak töreni”, ilke ve inkılap dersleriyle yetişmiş kuşaklar var. Ve AKP seçmeni de -ki bu da son seçimde yüzde onlar olarak ifade ediliyordu- olsa Atatürk sevgisi, saygısı, laiklik ve ulusalcılık önemli bir yerde duruyor. Kaybetmek istemiyor.
Ancak AKP’nin bugün karşımıza çıkarttığı tabloda kendilerine göre bir Atatürkçülük yorumunda bulunduklarını görüyoruz. Tüm yandaş köşe yazarlarının bu konuyu nasıl ele aldığına bakarsak 15 Temmuz ve Atatürk’ün ölümünün arasında bir bağ kurduklarını dahi görürüz. Ancak istedikleri sadece Atatürk sevgisini öne çıkartmak. Zira Atatürk’ün ilke ve inkılapları çerçevesinde oluşacak politik bir muhalefete asla yanaşmayacaklar, kazanmak istedikleri kesim de bu olmayacak. Çünkü zaten söz ettiğimiz fikirdeki insanlar toplumsal muhalefetin tarafında yer alıyor.
Hedefledikleri, politik olarak fikrini sunan, bunun için çabalayan Atatürkçüler değil; tıpkı kendilerine sorgusuz sualsiz inanan, her sözü kabul etmeye açık seçmenlerinde olduğu gibi Atatürk’e de sadece gönül bağı bulunan insanları tarafına çekmek. Bunu da bir yandan sürekli olarak Atatürk’ü anıp, bir yandan dine atıfta bulunup öbür yandan OHAL’den istifade kendi politik fikirlerini tek tek meclisten geçirerek hayata geçiriyorlar.
Ama söz konusu kitleyi ikna etmek istese de -Atatürk’ü sevdiğini, Atatürkçü olduğunu iddia etse de- taban tabana nasıl zıt olduğu yaptıkları çalışmalarla ortada. Laiklik ilkesini silme tokat bir kenara atıp “müftülere resmi nikah kıyma yetkisi” veren yasayı meclisi de yok sayarak geçirmediler mi? Binlerce kadın, haftalarca meclise gidip bu tasarıyı reddetmesine, bu tasarıya tepki göstermesine rağmen; demokrasiyi bir kenara koyup “isteseniz de istemeseniz de geçecek” demedi mi cumhurbaşkanı?
Anayasada yer alan temel ilkeleri, Anayasa Mahkemesini bizzat kendisinin açıklamalarıyla reddettiği ortada değil mi? Halbuki bu ilkeler zamanında meclisle birlikte oluşturulmuştu.
Yani AKP Atatürk sevgisiyle belli bir topluluğu yanına çekmek için insanları aptal yerine koymak istiyor. Ama halk son seçimde nasıl “seni istemiyoruz” dediyse yine diyecektir. Yeter ki bir arada olmaya, akıl fikirle hareket etmeye ve çalışmaya devam etsin.
Çağrıdan çok yön vermek; meclisleri ilerletmek
AKP’nin stratejisi ve şu an ki popüler tavrı diyelim ki böyle olacak – ki ne kadar buna bağlı hareket edeceklerini göreceğiz- peki buna karşı başta Atatürkçülük deyince akan suları durduran ana muhalefet partisi olmak üzere toplumsal muhalefet nerede durmalı?
Bu çevrelerin, Atatürkçülüğü salt bir Atatürk sevgisi olarak değil, ikna oldukları ilkeler çerçevesinde politik hareket ederek ilerletmesi gerekir. Burada çok radikal bir tavır alacaklarını söylemek de saçma olur. Ama canhıraş savundukları cumhuriyeti de sadece kutlamalarda dile getirmelerinin onlar açısından yeterli olmayacağı açık.
Bunların dışında kalan biz sosyalistlerin ise -iki tarafı da yerin dibine sokmaktan çok özellikle- referandumda birlikte hareket ettiğimiz Atatürkçülere “madem öyle o zaman taşın altına elini koy, bir silkelen kendine gel, mücadele et, sokağa çık, ayağa kalk” dememiz ne ikna edici bir yöntem olur ne de yön gösterici. Tıpkı 7 Haziran seçimlerinde “AKP’ye oy verme de kime verirsen ver, sandık değil sokak” demekten farklı olmayacağı gibi, bu lafları da bir “çözüm yolu sunmak” olarak değerlendiremeyiz. Halbuki bizlerin ortadaki esas sorunu bilmemiz, buna karşı iktidarın stratejisi ve muhalefetin duruşu karşısında halka yön göstererek, mütevazı bir şekilde çözümler üretmemiz esas vazifemiz olarak duruyor. “Mücadele et” demekle insanlar gaza gelmiyor, gaza gelen de politik anlamda ne kadar senden yana tavır alır belli değil; çünkü bu politik bir hareketin esası değil. Elbette mücadeleye muhalif kesimi çağırmalıyız ama sadece bunu demekle görevimizi tamamlanmış kabul edemeyiz. Bizzat mücadelenin yolunu, yöntemlerini de göstermeli, bunun için çalışmalıyız.
Evet, cumhuriyet kutlamalarında yer alan binlerce insanın günün kutlama değil “sahip çıkma” günü olduğunu anlamasını sağlamalıyız. Bunun için de meclisleri işaret etmeliyiz. Cumhuriyete sahip çıkmak isteyenler de meclislerde yerini almalı; nasıl sahip çıkılacağına dair tartışmalı, karar almalı ve tüm meclisler hareket etmeli.
Türkiye solu da geçtiğimiz günlerde Ekim Devrimi’nin 100. yılı kutlamaları kapsamında birçok mecrada “Ekim devriminin ışığı”nın nasıl yolumuzu aydınlattığını böbürlenerek ilan etti. Etti etmesine de madem öyle; Ekim Devrimi’ni var eden Sovyetlerin yani meclislerin iktidarı kazanma başarısını, niye hiç o aydınlık yolumuzda önümüze koymuyoruz? Niye Türkiye solu bundan geri duruyor? O zaman; sadece anmalara gidip hiç hareket etmiyor diye, ağız dolusu kızılan Atatürkçü kesimden ne farkımız kalıyor? Anma değil, çağrı değil yön vermek üzere hareket etmeliyiz; bunun için meclisleri ilerletmeliyiz.
Şimdi nasıl farklı stratejilerle AKP 2019’a hazırlanıyorsa, ona itiraz eden yığınların da buna hazırlanacağı yer meclislerdir. Ne kurultaylarda eylemden eyleme koşan insanların fikrini almadan geçen paneller, ne sadece dernek ve sendika temsilcilerinin art arda konuşup dağıldığı toplantılar toplumsal muhalefeti önümüzdeki sınavlara hazırlar.
AKP, sözde ılımlı seçim politikası stratejisinde Atatürk sevgisi ve Atatürkçülüğü oynayabilir, Atatürkçü kesimler ve toplumsal muhalefetin de türlü stratejilere akıl ve mantık çerçevesinde meclislerde bir araya gelip hazırlanması, fikir üretmesi ve uygulaması gerekir. Anmalarla, büyük laflarla ilericilik olmaz. Dedikleri gibi; ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.