Diktatörlükler, keyfekeder ortaya çıkmaz. Ne zaman ki siyasi iktidarın kirli çamaşırları ortaya dökülür, krizler patlak verir, ülke yönetilemez hale gelir; o zaman baskı rejimleri kurulur.
Tam da böyle bir dönemden geçiyoruz. 15 yıllık iktidarı boyunca adı ile anılır hale gelmiş yolsuzluklar, hukuksuzluklar, savaş politikaları artık AKP’nin ayağına dolaşıyor. Ayağına dolaştıkça da Erdoğan bu debdebenin içinden ülkeyi diktatörlüğe sürükleyerek kurtulmaya çalışıyor.
Her gün KHK rejiminin, OHAL’in getirdiği başka bir adaletsizliği konuşurken ülkenin diktatörlüğe doğru sürüklendiğini söylemek keskin bir zekanın ürünü değil elbette. Ancak sol cenah içerisinde bu gidişatın AKP’nin artık siyaseten sürekli yalpa vurduğuna işaret ettiği yeterince farkedilmiyor. Gerek İBB başkanlığı süresince büyüdükçe büyüyen aile şirketi muhallebicisiyle, gerek İstanbul’daki ardı arkası kesilmeyen ucube projeleri teker teker onaylatmasıyla tanıdığımız Kadir Topbaş’ın istifası ile ilgili yorumlar “o gider yerine bir benzeri gelir, bizim için değişen bir şey olmaz” ile sınırlı kalıyor. Halbuki 90’ların başından beri Erdoğan’ın yanında önemli bir ikinci adam olarak kalmayı çok iyi başaran Topbaş’ın bile artık adam yerine konmamaktan şikayet eder hale gelmesi, hatta Gökçek’in bile benzer şekilde elden çıkarılabilecek kallavi isimler arasında anılmaya başlaması ciddi sorunlara işaret ediyor. Erdoğan’ın metal yorgunluğu diye adlandırdığı, esasen çürüme ve dökülme diye özetlenebilecek gerginlik, AKP içinde “Acaba sıra hangimize gelecek?” travmasını her geçen gün daha da derinleştiriyor.
Hal böyleyken, “Topbaş’ın istifası münferit bir detaydan ibarettir, AKP’nin mutlak gücünü sarsmaz” demek, bu gidişatı değiştirmek adına hiçbir iddia ortaya koymamak anlamına gelir
AKP’nin yaşadığı siyasi bunalımlar bizi ilgilendirir. Topbaş’ın yerine gelecek kişinin ikinci damat Gümüşdağ değil de, Erdoğan ve onu seven birkaç kişinin karanlık bir odada saydığı oylardan çıkardıkları üzere Madımak katillerinin avukatı Uysal olması farkeder. Solun, AKP’nin zırhında açılan gediklere vurdumduymazlıkla bakarak tarihsel fırsatları kaçırması, ayak sesleri çoktan duyulmaya başlamış faşizme karşı en geniş cepheyi buralardan kurmaya çalışmaması en hafif tabiriyle siyasi bir körlük olur.
Üzerimize doğru süratle gelen ciddi bir faşizm ve diktatörlük rejiminden söz ediyoruz. Erdoğan’ın Ortadoğu’daki savaş çığırtkanlığı, Almanya’ya yönelik kifayetsiz muhteris tavırları ve ülke içinde en ufak muhalefeti bile sebepsizce habis ilan eden hali bu meyli iyiden iyiye görünür kılıyor. Öte taraftan, bu tiranlık sevdasının ve saldırgan halin tek bir açıklaması var: AKP köşeye sıkıştı, artık iyiden iyiye tökezliyor ve tökezlediğini saklamakta gitgide daha da zorlanıyor.
AKP’nin bu denli sıkışarak kaba kuvvete başvurduğu bir dönem daha oldu: Gezi. O dönemin İBB Başkanı Kadir Topbaş, Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın sık sık bir araya gelip ne kadar da İstanbul’un sahibi olduklarını, Erdoğan’ın ne kadar da yanında durduklarını göstermeye çabalarlardı. Şimdi o isimlerden ikisi hapiste, biri ise kendi deyimiyle artık adam yerine bile konmuyor. Geriye kalan ise, hem onlara, hem de yakın zamanda bu sahneden benzer bir buruklukla ayrılacak olanlara karşı hala bulunduğu yerde duran Gezi Parkı, ve bir pankartın fotoğrafı: “Siz yokken burada olan ağaçlar siz giderken de burada selam duracaklar.” Selam duracaklar, biz yeter ki karamsarlığın, umursamazlığın, rehavetine kapılmayalım; yeter ki artık haklarını talep eden, itiraz yükselten geniş kitlelerle bir arada durmanın siyasi mekanizmalarını aklın yoluyla yaratalım.