Şu anda Türkiye’de geldiğimiz noktada kadınlara kıyafeti bahane edilerek saldırılması, kadınların nasıl göründüğüne karışılması iktidarın rejim değişikliğinin bir sembolü olmuş durumda. Gündelik hayatta ulaşım araçlarında, sokaklarda, parklarda uğradıkları saldırılara tek başlarına direnmek zorunda kalan kadınların bir araya gelmeye, bu konu karşısında en yüksek perdeden seslerini çıkartmaya, mücadele etmeye, direnmeye ihtiyacı vardı ve bunu yaptılar.
Peki Laiklik Bunun Neresinde?
Ayşegül Terzi’ye şortu bahane edilerek tekme atıldığında bu vahim durum önce "münferit" olarak ele alınmaya çalışıldı. Sonra "laiklikle alakalı değil, bu yaşam tarzına müdahale" dendi. Oysa Ayşegül Terzi davası, Türkiye’nin kadın hakları, laiklik ve hukuk sınavıydı. Sanığın “İslam hukukuna” göre davrandığını söylemesi, Türkiye’nin gidişatını; kadınlara ve laikliğe yönelik sistemli saldırıyı açığa çıkarmıştı. Laiklik hak ve özgürlüklerin, demokrasinin teminatıyken, yaşam tarzına müdahale; hele de "açık" giyimle alakalı bir müdahale nasıl laiklikle alakalı olmaz? Apaçık olanı reddetmek kadınlar için, geleceğimiz için mücadele önüne ket vurmaktır.
İslami teokratik bir rejim isteyenlerin; laiklik isteyen, fıtrata uymayan tüm kadınlardan rahatsız olduğunu “Mırıldanırsın” açıklamasında görmedik mi? Bu tekme ile sembolleşen, sonrasında Melisa’da, Canan’da ve daha nice kadında etkisini gördüğümüz, merkezde erkek şiddeti, onu çevreleyen katmanda da laik ve modern topluma yönelik sistematikleşmiş saldırılarla karşı karşıyayız. Örneğin, geçtiğimiz günlerde İsmailağa Cemaati üyesi Metin Balkanlıoğlu diyor ki, “Tesettürsüz kadınları gelen öpsün giden yalasın”. Ona bu taciz içeren kadınlara saldıran cümleleri kurma cesaretini veren bu gidişi durdurmak zorundayız. Durdurmak için bir araya gelmek zorundayız.
Karşılaştığımız tüm bu kıyafeti bahane edilerek yapılan saldırılar aynı mantıkla ilerliyor. “Açık giyindi darp ettim”, “Fıtrata uymuyor hak etti”... İktidar ise şiddeti körükleyen açıklamaların yapmaktan ve kadın düşmanı politikalardan geri durmuyor. Bu saldırılar, erkek egemen kültürün mirası olarak biz kadınlara yansırken, kadınların sessiz kalmasını beklemek yanlış olur.
Evet belki kadınlar için eşitsizlik çok eskilere dayanıyor; iktidarın rejim değişikliği çalışmaları da çok önceden başladı. Ancak kadınların hakları için mücadele etmesi de çok eskilere dayanıyor. Kadınlar 17. yüzyılda laikliği yakılmayı göze alarak isterken, aileyi, anneliği, oy sandığını birer mücadele alanı haline getirirken, ölümü göze alıp boşanmayı seçerken, kıyafeti rejim değişikliğinin sembolü olmuş, onu bir mücadele alanı haline getirmeyecek, oradan bir araya gelmeyecek mi?
Yorumlamak mı Değiştirmek mi?
Marx, bundan 170 yıl kadar önce "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir" demiştir. Ve bu tartışma, günümüzde hala güncelliğini korumakta. Yorumlama ve değiştirmek arasındaki bağ, bu bağın ne olduğu ve hangisinin önemli olduğu üzerinden… Elbette, biliyoruz ki yorumlamak önemlidir ancak bizlerin ‘’yorumlamak’’la yetinmesi mümkün de değildir. Bizlere gereken, yorumlamanın "filozof"ların puslu, karanlık dünyalarından inip, gerçek dünyaya; yer yüzüne inip değiştirme işiyle birleşmesidir. Bizlere gereken diyalektik materyalizmin gözü pekliği ve coşkunluğudur. Bizlere gereken mevcut dünyayı devrimcileştirmek, önümüze gelen meseleye akılla hücum etmek ve onu dönüştürmektir.
Kadınlar da bunu yapıyor. Değiştirilmesi gereken; kadın düşmanı bir dünya karşısında onu dönüştürmek için adımlar atıyor, harekete geçiyor. Kaçış yolları aramak değil çözüm. Bunun bilinciyle sadece belirli gün ve haftalarda değil, her gün yürütülen kararlı bir mücadele hattıyla ilerliyor.
Bizler şu anda önümüze gelen kıyafetleri bahane edilerek darp edilmenin, "düzgün giyin" sözünün geldiği son noktayla karşı karşıyayız. O rahatsız edici bakışların bizi getirdiği yerdeyiz. Bu nedenle ısrarla, birbirimizden aldığımız büyük bir güçle "kıyafetime karışma" diyor, Türkiye’nin dört bir yanında meydanları dolduruyoruz. Bu sebeple bir araya geliyor, çözüm yolları bulmak için birlikte konuşuyoruz.
Peki Şimdi Ne Yapacağız?
Kadınların eşit söz hakkı ile kendini var edip; tüm sorunlarına karşı birlikte çözüm yolları arayıp, birlikte kararlar alıp birlikte bu kararları hayata geçirdiği bir adrese ihtiyacı vardı. Kararlar alıp bu kararları uygulayabileceği bir yere. Sadece temsilcilerin katıldığı değil her kadının katılıp eşit biçimde var olabildiği ve her kadının mücadelesini var eden bir yapı tüm muhalefeti canlandırır.
Son dönemde alkışlanıp arkasında durulan “kapsayıcılık”ı genel siyasette uygun görüp arkasında dururken, kadınlar uyguladığında eleştiren erkek egemenliğe teslim olmuşlara, "meclis" fikrini her duyduğu yerde kafasını çevirenlere hiç kulak asmadan kadınlar bir araya geldi. "Kıyafetime karışma" diyen kadınlar olarak Kadın Meclisleri’ni kurdu. Hep kurak geçtiği söylenen yaz ayını hak ve özgürlükleri için harekete geçerek il il canlandıran kadınların, artık onları farklılıklarıyla bir araya getiren bir meclisi var. Böylece bizleri toplumun her alanından izole etmeye çalıştıkları, saldırıların en üst perdeden gerçekleştiği bu dönemde tam da ihtiyacımız olan düşünmek, önermek ve akılla hücum edip dönüştürmeyi kadınlar başarabilir ve tüm topluma nefes alabileceği bir alan açabilir.
İstanbul, İzmir ve Ankara’da toplantılarını gerçekleştiren Kadın Meclisleri kararlarını almaya, uygulamaya, karşılaştığımız her sorunda ilk müdahale edenler olmayı başardı bile. Şimdi, tüm kadınlar için Türkiye’nin her ilinde Kadın Meclislerini kurmak zaruridir. Çünkü kıyafetlerimizle direndiğimiz ve kazanımlar elde ettiğimiz bir yazdan sonra şimdi önümüzde bizi bekleyen bir Müftülük Yasası var. Tüm çocuklar ve kadınlar için tehdit olduğu gibi laikliğin de temelini sarsacak bu uygulamanın geçmemesi için biz kadınlar vakit kaybetmeden daha çok birleşmeli, daha çok bir araya gelmeli, daha çok konuşmalı ve harekete geçmeliyiz.
Bugün kıyafet ve Müftülük yasası, yarın kim bilir hangi tehditle karşımıza çıkacaklar. Kadınlar olarak kendi hayatımıza dair kararları biz almazsak, her seferinde onlar bizim yerimize konuşma hakkını kendilerinde bulacaklar.
Suskun değil öfkeli, yalnız değil örgütlüyüz. Yüzyıllar önce kazandığımız hakları vermeyecek, asla bizi Orta çağa götürmek isteyenlere teslim olmayacağız.