16 Nisan referandumundan sonra “50+1 olsa da kazanan biziz” dese de AKP’nin KHK Rejiminin karşısına dikilen %49’un, Saray’ın bütün hesaplarını bozduğu çok açık. Her ne kadar vakur duruşunu bozmamaya çalışsa da 16 Nisan akşamı korku dolu bakışlarla kameralara yakalanan Erdoğan, kongreye ve tüm ülkeye damgasını vuran isim oldu bu yönüyle.

Hızlı bir kararla yapılan kongre, 5 saat süren pazarlık sonucu Binali Yıldırım tarafından Erdoğan’dan alınan “Genel Başkan Vekili” koltuğunun üzerine bir de 16 Nisan şaibeli seçim sonuçları eklenince “Korku, Hamaset, Diktatörlük” üçgeni kongrede vücut buldu.

İçerde hamaset, dışarda hamaset

Özellikle son yıllarda padişahlık hevesiyle ve “Dünya Fatihi” edasıyla dolaşan Erdoğan, bu sefer hedeflerini küçülttüğünü, bir ara arkasında beliren “Türkiye haritası” ile belli etti. İç politikada hamaset tutabilirdi fakat dış politikada hamasetin tutmadığı, AB’ye kafa tutarken, Trump’la görüşürken ve Rusya’yla ilişkileri düzeltmeye çalışırken ortaya çıktı.

Mehter marşıyla gittiği Ortadoğu’da yaptığı her hamlede duvara toslayan Erdoğan, başarısızlığını kabul edercesine kongrede dış politikayla ilgili tek kelime etmeyerek aslında, bu konudaki memnuniyetsizliği hasır altı etmeye çalıştı. Kendi “yol arkadaşlarının” ve AKP’lilerin bile görmezden gelemeyeceği bu durum, içerde diktatörlüğü ölüm kalım meselesi haline getiriyor.

Peki dış ilişkilerde tutmayan hamaset içerde tutar mı? Tutmuyor.

Erdoğan’ın “demokrasi ve istikrar” yalanlarını afyon gibi bünyelerinde tutan kalemşörleri bile, artık mevcut rejim değerlendirmesi, “yapılıyorsa bir bildikleri vardır” argümanından öteye taşıyamıyorlar ve diktatörü hiçbir kılıfa sığdıramıyorlar. Bir de “yumuşadı, yumuşamalı, yumuşayacak” beklentisi içinde olanlar var ki, bunlara da cevabı Erdoğan verdi: “OHAL kalkmayacak”

AKP’nin ana sloganından medet uman liberal kanadın aradığını bulup bulamaması bir yana, Erdoğan’ın iç politikaya dönük tiranca tutumunu sürdürmesi bir tek şeyin işareti: Saray’ın işleri iyiye gitmeyecek.

2 saatte anlatılamayan meşruluk

Dışarıda meşruluğunu tamamen yitiren Saray’ın meşruiyeti içerde de bitti. Hatta kendi kurmayları, partilileri tarafından bile sorgulanır hale geldi. O kadar ki kongrede yaptığı 1 saat 45 dakikalık konuşmasının tamamı içeriye dönüktü. Partililerine FETÖ operasyonlarının “ucu en yakınlarımıza bile dokunsa bile hepinizi bu mücadeleye destek vermeye davet ediyorum” derken, AKP MKYK’sına giren ve FETÖ soruşturması bulunan Bülent Karakuş herkesin kafasını karıştırmaya yetti.

Ayrıca “Barış Süreci” kapsamında Dolmabahçe mutabakatında imzaları bulunan Efkan Ala ve Mahir Ünal’ın, bu süreçten sonra silindikleri siyaset arenasına hangi amaçla geri alındığı, AKP ve Saray çevresi tarafından bile cevaplanamaz bir soru olarak ortada duruyor.

Bu açıdan, içerde ve dışarda meşruluğunu kaybeden Saray, fetihçi ve padişahçı danışmanlarına nazaran birkaç gram daha fazla aklı olanları tarafından uyarılmış olmalı ki, tüm dikkatini parti içine yöneltmiş vaziyette. Kendince hala FETÖ’cü olan partilileri temizleyememiş olması ve cemaatle bağlantıları herkes tarafından bilinen yandaşların serbest bırakılması, AKP içindeki çatırdama seslerinin kaynağını oluşturuyor. AKP içindeki bunalım da Erdoğan’ı, ilk kurulduğu dönemde dile getirdiği “reformcu, demokratik parti” söylemine geri döndürüyor fakat tarihin tekerleği geri dönmüyor. Her ne kadar eski günlerine dönmek istese de olmuyor. 2000’lerin başlarında, demokrasi, adalet ve özgürlük kavramları ile liberalleri ve sermayedarları heyecanlandırabilen Erdoğan, bu sefer aynı heyecanı yaratamıyor.

Meşruluk tartışmalarına bir de parti tüzüğünde yapılan değişiklikler eklenince, yazının başında belirttiğimiz “korku” baş gösteriyor. Özellikle, Abdullah Gül’den, Ahmet Davutoğlu’ndan ve Bülent Arınç’tan ağzı yanan Erdoğan, bu sefer eşeğini sağlam kazığa bağlamak için ve belki de Binali Yıldırım’ı diğerlerinin yanına göndermemek için bir dizi önlem almak zorunda kaldığı çok açık.


*Yarın dergisinin 4. sayısında yayınlanmıştır.