Röportajın tamamını izlemek için:
Hayır cephesinin bu son süreçte yapması gereken en önemli şey ne olmalı sizce?
Yine ben kısaca bir değerlendirme yapayım referandum kampanyasının gidişatıyla ilgili. Bir ayı geçkin süredir aslında iktidar partisinin ve Bahçeli’nin çok da evetin lehine bir iklim yaratamadıklarını, ibreyi evete çeviremediklerini görüyoruz. Öncelikle bunu belirtmek lazım. Hatta hayırın her türlü baskıya, sansüre, engellemeye rağmen ve insanların korkularına rağmen psikolojik üstünlüğü ele geçirdiğini düşünüyorum ben. Şimdi bunu sayısal bir üstünlük, yani sandıktan çıkacak bir nihai hayır galibiyeti olarak yorumlamak için bence çok erken. Ama diğer taraftan da hayırın kazanabileceğine dair bir fikrin oluşmaya başladığını düşünüyorum ki, hayır oyu vereceğini söyleyenlerin bile hayır kazanamaz gibi bir endişesi vardı. En azından bunun kırılmaya başladığını düşünüyorum. Bir kere bunu belirteyim.
Hayır’ın enerjisini muhafaza etmemiz lazım
İkincisi de AKP teşkilatlarının da yorgunluk, belki isteksizlik, belki bunun bir genel seçim olmaması nedeniyle çok fazla heyecanlı bir mobilizasyon, kitle seferberliği sergileyemediğini görüyorum. Fakat bir diğer üzerinde durmamız gereken mesele ısrarla iktidar çevresinin ya da evet diyenlerin gerçekten paketin içeriğini tartışmaktan kaçması, uzaklaşması. Bütün stratejilerinin şu anda paketle ilgili tartışmaları ortadan kaldırmak ya da soruları yanıtlamak değil; bunun yerine olabildiğince bu tartışmayı bir tür Cumhurbaşkanı Erdoğan ve siyasi partiler arası kamplaşmaya doğru çekmeye çalıştığını görüyoruz. Bu da genel seçim havası yaratma arayışıyla bağlantılı. Ama bana kalırsa muhalefet partileri bu anlamda iyi bir sınav veriyor. Yani olabildiğince bu tuzaklara düşmeden daha fazla pakete ve anayasaya odaklanıyor. Ama önemli eksiklikler var. Artık son düzlüğe girildi bir bakıma. Neler bunlar? Ben iki düzeyde görüyorum bunları. Özellikle makro düzeyde yani bütüncül bir kampanya stratejisi açısından ana muhalefet partisinin her ne kadar sahada çok iyi, çok özverili çalıştığını düşünsem de özellikle bunun dışında kalan toplumsal muhalefet güçlerinin, Türkiye’nin ilerici güçlerinin, Türkiye’nin sol demokratik güçlerinin gerçekten etkili, özverili, birbiriyle dayanışma gösteren, birbiriyle rakipleşmeyen ve bu işin ciddiyetini çok iyi kavramış bir şekilde çalıştığını görüyorum. Ben bunu çok önemli bir kazanım olarak görüyorum ve bana kalırsa 16 Nisan’da çıkan sonuçtan bağımsız olarak bizim o birikimi, ortaya çıkan bu enerjiyi mutlaka muhafaza etmemiz, korumamız ve 16 Nisan sonrasına taşımamız gerekiyor, bunu da ifade edeyim.
Fakat makro açıdan yani büyük strateji, kampanyanın ana stratejisi açısından ciddi eksiklik var hala. Mesela diyoruz ki, evet AKP ya da iktidar partisinin mensupları paketi çok fazla anlatmıyor, savunamıyor, kaçıyor, başka şeylerden bahsediyor. Fakat kampanya süresince televizyonlarda yayınlanan videolara bakıyoruz, ağırlıklı olarak iktidar partisinin her ne kadar doğru olmasa bile paketle ilgili bilgi vermeye çalıştığını görüyoruz. Sanki sahadaki gerçeklikten biraz farklı bir şey bu. Ama örneğin Cumhuriyet Halk Partisi’nin hazırladığı görseller, videolar daha ziyade bir apolitik kampanya görüntüsü veriyor. Yani anayasayı da anlatmıyor, bir politik tutum da göstermiyor, bir politik çıkış da göstermiyor. Sadece çocuklar ve gençler üzerinden bir muhafaza vurgusu var. Şimdi ben burada iki tane sakatlık ya da sorun görüyorum. Birincisi paketle ilgili, paketin kendisinin insanların hayatına nasıl büyük olumsuzluklar yaratacağını somut kısa örneklerle anlatmamız gerekiyor bana kalırsa. Yani evet bunlar çok teknik meseleler ama insanların hayatına nasıl dokunacağını anlatabileceğimiz örnekler var, birazdan da bunlardan isterseniz bahsedeceğiz.
Son ana kadar tartan bir seçmen kitlesi var
Şimdi CHP’nin kampanyasından bahsettiniz. O kararsızları etkilemiyor mu? Misal çocuğun geleceğinin karanlık olarak gösterilmesi kararsız seçmende hiç etki bırakmıyor mu sizce?
Şimdi şöyle düşünelim kararsız seçmen acaba neden kararsız? Ben mesela bu anlamda şöyle bir ayrımı yapmaktan yanayım; Türkiye’de iki tür seçmen kitlesi vardır. Birincisi ideolojik seçmen kitlesidir. Bu ideolojik seçmen kitlesi her takdirde mevcuttur ve bunların kolay kolay yer değiştirmediğini görüyoruz. Ama bir de, belki sayısal olarak çok fazla olmasa bile bütün seçimlerde seçimin kaderini belirleyen bir pragmatik ya da daha rasyonel davranan, son ana kadar tartan bir seçmen kitlesi vardır. Bu seçmen kitlesi aslında seçimin ve referandumun kaderini belirleyecek. Ben kararsızların ağırlıklı olarak bu ideolojik seçmenlerden ziyade pragmatik seçmenler olduğunu düşünüyorum. Yani sorguluyor, merak ediyor, araştırıyor, kafasında soru işaretleri var ya da mevcut durumun kötü olduğunu düşünmekle birlikte önerilen şeyin daha iyiye götürmeyeceği konusunda bir kanaati var. Dolayısıyla şimdi, insanların kafasında soru işaretleri varsa mesele bence soru işaretlerini gidermeye dönük bir kampanyanın kurulması. Yoksa duygulara sadece hitap edilmesi daha çok ideolojik ve duygusal seçmen kitlesinde zaten karşılık buluyor. Onun için biraz kendi mahallesinde top çevirdiğini düşünüyorum ben bu kampanyayla, özellikle görsel kampanyayla Cumhuriyet Halk Partisi’nin.
Mevcudu savunan bir çizgi kaybettirir
İkinci bir şey daha var ki, muhafaza etme duygusunun çok fazla öne çıktığını düşünüyorum. Ben bunu sadece CHP açısından söylemiyorum. Bütün muhalif kesimlerin, özellikle iktidarın iyi kötü Türkiye’nin gidişatıyla ilgili bir tespiti var bana kalırsa. Muhalefet ve iktidar uzlaştı bu konuda. İlk kez oluyor bu. O da nedir, Türkiye kötüye gidiyor. Bunu iktidar da söylüyor muhalefet de söylüyor. İktidarın bir çözümü var, reçete sunuyor, açıkça da söylüyorlar, tek adamlık olduğunu artık itiraf ediyorlar bu modelin, ilan da ediyorlar aslında. Diyorlar ki biz tek adam modeliyle bütün kuvveti bir kişiye vereceğiz, otoriter bir modelle Türkiye’yi daha hızlı büyüyen, daha istikrarlı bir ülke yapacağız. Benim en başından beri, daha bu referandum süreci başladığından itibaren ısrarla söylediğim bu kötüye gidiş karşısında mevcudu, yani tırnak içinde statükoyu savunan bir çizgiye düşmek bana kalırsa kaybettirir. Ben şu anda bir muhafaza çizgisinin öne çıktığını düşünüyorum. Yani daha çok koruma güdüsü. Halbuki elbette koruma güdüsü çok önemli fakat sosyal anlamda, iç ve dış politikada kriz emareleri var Türkiye’de. Dolayısıyla mevcut sistemin kendisinin zaten AKP eliyle hızlandırılarak da krize sokulduğunu görüyoruz. Ama şunu da görmek lazım; AKP bu sistemi krize sokabiliyorsa zaten bu sistem kırılgan bir sistem haline gelmiş. Öyleyse bunun karşısında daha farklı bir modeli önerebilmek lazım. Daha net bir şekilde şunu söylemek lazım: İnsanların hayatına bu nasıl dokunacak? Nasıl çare üretecek? Örneğin bunların daha net gösterilmesi, başka bir alternatif modelin de karşısında görünür hale getirilmesi gerekiyor siyasal anlamda. Sadece koruma yetmez gibi geliyor.
Sizce evet diyenler bu anti demokratik uygulamaları görüyorlar mı? Evet cephesi nasıl görüyor bu anayasa değişikliğini?
Ben ikiye ayırmak gerektiğini düşünüyorum evet diyenleri. Bunlardan bir kısmının zaten bunun antidemokratik olduğuna inanmadığını düşünüyorum. Bu kesim Erdoğan’ın çizdiği demokrasi tarifine ve onun hegemonyasına çok uygun bir şekilde hareket ediyor. Ne demek bu? Bir kişi seçimle geliyorsa her şeyi yapabilir, gerekirse demokrasiyi bile ortadan kaldırabilir. Milli irade bir kişiye verildiyse onun yaptığı her şey demokratiktir. Otoriter demokratik baskıcı rejimlerin çoğunda kullanılan argümanlardan bir tanesi. Böyle bir kesim var. Dolayısıyla diyorlar ki milli iradenin seçtiği bir Cumhurbaşkanı yapacaksa söyledikleri antidemokratik değildir. Bir kesim ise diyor ki, evet bunlar antidemokratik doğru ama Tükiye zor bir dönemeçte dolayısıyla Türkiye buradan güçlü bir şekilde, güçlü bir devlet modeliyle çıkması lazım. O yüzden biz antidemokratik böyle bir modeli desteklemekten yanayız diyenler var.
Bir oyla kaybedecekmişiz gibi çalışmakta yarar var
Şu anda hayır çıkacağı konusunda çok motive bir kesim var. Çok kısa bir süre kaldı. Sürekli anket sonuçları açıklanıyor bu konuyla ilgili. Şu anda öngörmemiz mümkün mü sonucu?
Bence ' Burası Türkiye' ifadesi gerçekten yerleşti. Son ana kadar bir oyla kaybedecekmişiz gibi çalışmakta yarar var. Yani bir oyla evet kazanacakmış düşüncesiyle herkesin bir kişiyi daha ikna etmeye çalışması, önüne böyle bir hedef koyması gerekiyor. Aksi taktirde ben örneğin bugün görüyorum, Cumhuriyet Halk Partisi'den bir milletvekilinin %63'ü bulduk bu saatten sonra hayır oylarının gerilemesi mümkün değil gibi açıklamaları var. Bunlar stratejik olarak çok yanlış. Bu tür açıklamalar hem hayır çalışması yapanları rehavete kaptırır hem de böyle bir durumun gerçekleşmemesi durumunda yaklaşık 2-3 aydır hayırı örgütlemeye çalışan binlerce insanın evet çıkması durumunda bütün politik enerjisinin sönmesi ve %49 almış hayırın bile hiçbir politik güce dönüşememesi gibi riskler barındırır. Onun için böyle yüksek perdeden ‘hayır kazanıyor, hayır yüksek bir oranla öne geçti' açıklamaları yapmak yerine, kalan kararsızları ikna etmek, bir kişi bile olsa hayatına nasıl etkiler yapacağını anlatmak gerek.
Türkiye'de şu an iki grup seçmen var: Gerçekten memnunlar ve gayri memnunlar... Gayri memnunlara önerilen sistemin hayatlarında hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, daha da kötüye götüreceğini anlatmak gerekiyor. İkinci grup ise: Ben gidişattan memnunum diyenler. Yol yaptı, köprü yaptı, yatırımlar yaptı, böyle devam etsin; Istikrar sürsün gibi bakan bir kesim var. Bu memnunlara da şunu söylemek gerekiyor, tek kişinin yönetimi altında devlet mekanizmasının toplandığı hiçbir iş ve hukuk güvenliğinin ortada kalmayacağı bir düzende sizin şu an memnun olduğunuz şeylerin bile yapılma şansı kalmamıştır. Dolayısıyla memnunlara da bu tipten belirsizlik ortamını anlatarak hayır oyu istemek mümkün. Yani seçmenlere belki de memnuniyetlerine göre bu paketi anlatmak lazım. Böyle bir ayrım yapmakta önem var.
16 Nisan’da evet çıkarsa, farklılıklarımızı konuşmak bir lükse dönüşecektir
Hayır cephesinde bir kesim şöyle düşünüyor: “önemli olan referandumda hayır çıkmasıdır”. Başka bir kesim de “Sadece Hayır yetmez, başka tartışmalı konularda da ortaklık sağlanması gerekiyor” diyor. Sizce hangisi daha kritik?
Şu anda karşıtlıkları öne çıkartan bir çizginin hiç doğru olduğunu düşünmüyorum. Çok asgari bir konumuz var. Aslına bakarsanız 16 Nisan'dan sonra o farklılıkları koruyabilmemiz için belki de, o farklılıkları sürdürüp, o farklılıklar üzerinden siyasi tartışma yürütebilmemiz için 16 Nisan'da hayır çıkması gerekiyor. Çünkü o farklılıklar birer lükse dönüşecektir, 16 Nisan'da evet çıkarsa. Yani o farklılıklar bile konuşulamayacak. 16 Nisan'da hayır çıkması bunların korunacak değer haline gelmesini yeniden sağlayacak. Ama şu an için böyle bir tartışmanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Zaten bana kalırsa sahada herkes bu konuda çok sorumlu davranıyor. Emin olun hayır dediğimiz cephe ya da hayırı örgütlemeye çalışan kesimler hem siyasi anlamda, hem sosyal hukuksal muhalefet anlamında şu an en büyük çeşitliliğe sahip.
Evet cephesinde bunu göremezsiniz. Son derece daralmış durumda. Hatta bırakın partilerinin üzerinden eveti açıklamayı, bugün belki sayın Bahçeli ve birkaç MHP'li vekil dışında evet diyen ciddi bir MHP tabanı yok. Yine aynı şekilde Adalet ve Kalkınma Partisi'nde sıra sıra toplantılar yapılıyor fakat kurucu isimler dahil bir çok kişi hayır açıklaması yapıyor. Örneğin Davutoğlu,Abdullah Gül gibi isimler büyük bir sessizlik içinde, büyük olasılıkla hayırdan yanalar. Dolayısıyla da bu tür evet diyen partiler hiç bütünlüklerini sağlayamazken, şu anda hayır diyen alanda hem siyasi partiler var, hem toplumsal muhalefet güçleri var, hem de evet diyen partilerden önemli oranda bir taban var. Şimdi bu kadar büyük bir çeşitliliği eğer yan yana getiriyorsa hayır, bana kalırsa herkesin bu çeşitliliği devam ettireceği, bu çeşitliliği muhafaza edecek bir propaganda dili tutturması ve 16 Nisan sonrasında bunu en azından asgari düzeyde taşıması gerekiyor.
Bu modelin halkın beklentileriyle hiçbir uyumu yok
Evet cephesinin neler yaptığından bahsettiniz, hayır cephesiyle ilgili eksikliklerden bahsettiniz. Kampanya anlamında makro düzeyde neler yapılmalı, neler hedeflenmeli?
Dediğim gibi, insanların en temel beklentileri ortada. Kimse kıdem tazminatının kaldırılmasını istemez. Kimse iş güvencesinin bir kamu çalışanı olarak kaldırılmasını istemez. Kimse alım gücünün daha düşük hale gelmesini istemez. Öyleyse, bu paket geçerse bunları iyileştirecek mi yoksa söylediğim gibi bu olumsuz etkileri artıracak mı? Örneğin, yaklaşmakta olan krizin faturası kime kesilecek bu paketten sonra? Önce bunu düşünmek lazım. Bu krizin faturasının kime kesileceği çok açık. Halka kesilecek. Halka kesildikten sonra, bunun karşısında durabilmenin yolları olacak mı? Hepsini kapatıyor, hepsini ortadan kaldırıyor. O yüzden bence iki kriter üstünden baksın herkes burada. İş güvencesi ve hukuki güvencenin ortadan kaldırılmasına dayalı bir paket geliyor. Böyle bir model dayatıyorlar topluma. Halkın beklentileriyle hiçbir şekilde uyumu yok bu önerilen modelin.
Cumhurbaşkanı bir kararnameyle hastaneleri özele devredebilir
Örnek veriyorum; Bakanlar Kurulu olmayacak diye açık açık yazılmış. Pakette de var, meclis Ocak ayı bülteninde de ifade edilmiş. Bakanlar Kurulu’nun yetkileri ise doğrudan cumhurbaşkanına devrediliyor. Düşünün; Başbakanlık, Bakanlar Kurulu kaldırılıyor bunların yetkileri cumhurbaşkanına devrediliyor. Meclisin yasa yapma ve yürütmeyi denetleme yetkileri kaldırılıyor; buradan gelen ağırlık, özellikle kararnamelerle yönetme yetkisi ve yasa çıkarır gibi kararname çıkarma yetkisi cumhurbaşkanına veriliyor. Anlayacak şekilde netleştirerek şöyle örneklerle verelim, Sağlık Bakanlığı’nın verdiği sağlık hizmetlerinden memnun olabilirsin; fakat bu yetki normalde meclisin elindeyken cumhurbaşkanına devrediliyor. Cumhurbaşkanı bir kararnameyle “Ülkede kriz var, ben bundan sonra sağlığı kamu olarak finanse etmeyeceğim, sağlık bakanlığını kapatıp hastaneleri özele devrediyorum” diyebiliyor. Karşısında duracak hiçbir güç yok. Kararnameyle yapabilir bunu.
Bakanlar kurulu yok. İsterse hiç bakan atamayabilir. İsterse bütün yetkiyi kendinde toplayabilir. Daha vahimi, atayacağı yardımcıları ve bakanları birer memur, sekreter gibi çalıştırabilir. Bunların hiçbiri seçilmiş olmayacak. Dolayısıyla hiçbir şekilde halka hesap verme, halkın beklentilerinin içinde olma, onları dinleme gibi bir kaygısı olmayan, neredeyse bir tür teknokratlar hükümeti görüntüsü altında atanmışlar hükümeti kuruyor. Yani egemenliği bir taraftan milletin mevzisinden alıp başkana vermek, bir kişiye vermek söz konusu. Ağızlarından düşürmedikleri bir ifadedir, vesayet vesayet diye, vesayetin alasını getiriyor bu model. Bu anlamda baktığımız zaman hayata dokunması, bir kişinin şahsi kararlarına bağımlı hale getirildiği, hayatın kendisinin bağımlı hale getirildiği bir modelden bahsediyoruz.
Bu kadar büyük siyasi risk, kullanılacak yetkiler için istenir
Bugünkü cumhurbaşkanı bazı yetkileri kullanmaz deniyor. Diyelim, bugünkü cumhurbaşkanı kullanmadı, yerine gelen kullandı. Ya da evet çıkarsa 3 Kasım 2019 cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra kim seçilirse ilk kez o kullanacak. Ne garantisi var? Bir diğer nokta madem kullanılmayacak, kullanmayacağın bir yetkiyi niye istiyorsun? İnsanlar lokantaya gittiği zaman yemeyeceği yemeği masaya sipariş ediyor mu? Yani sonuç olarak bunun bir siyasi bedeli var. Nasıl ki yemeyeceğin yemek için masaya gelen faturanın parasını ödemek zorundaysan; böyle büyük yetkileri isteyerek bir siyasi riske giriyorsan, o faturayı zaten göze almışsın. İnsanlar bu kadar büyük siyasi riski kullanacağı yetkiler için ister.
Meclis kendi eliyle erken seçime gidilmesini engelleyemiyorsa, bunun adı fesihtir
Son önemli nokta da, fesih konusu biliyorsunuz çok tartışılıyor. Kafaları en çok karıştıranlardan bir tanesi. Cumhurbaşkanı meclisi feshedebiliyor mu, edemiyor mu? Bunun adlandırmasının ne olduğuna bile bakmaya gerek yok ki. Meclisin kendisinin kendi iradesi dışındaki bir güç tarafından ortadan kaldırılıp, seçimlere götürülebilmesi söz konusu. Dolayısıyla bunun adına ister seçim de, ister fesih de, ister seçimlerin yenilenmesi de. Önemli değil, meclis bunu engelleyebiliyor mu kendi iradesiyle? Engelleyemiyor. Dolayısıyla bu bir fesih. Farklılık nerede? Bir önceki anayasada da olduğunu söylüyorlar, diyorlar ki mevcut anayasa da zaten var. Hayır, mevcut anayasada şöyle var, madde 77 diyor ki, anayasanın getirdiği şartlar altında cumhurbaşkanı seçimlere götürebilir. Yani nedir o? İşte 7 Haziran’dan sonra yapıldı. 45 gün içinde hükümet kurulamadı, bu formüllere göre meclis bir hükümet üretemiyorsa, ben yeniden seçime götürürüm. Anayasa bu imkanı şartlandırmış, sınırlandırmış. Şimdiki teklifte, hiçbir yetki sınırlandırması olmadan bir kişi, yani cumhurbaşkanı tek başına istediği gibi feshedebilecek.
Benim önerim metropollere odaklanmak
Sizin yazınızdan da yola çıkarak illere bakalım. Siz hayır çalışması için belli başlı illeri söylüyorsunuz. Özellikle turizmin geliştiği ve Suriye Politikası’ndan etkilenen iller bunlar. Nerelerde özellikle çalışmalar yapılmalı?
Bu bir milletvekili seçimi yada yerel seçim değil. Dolayısıyla burada çok açıkça belirleyici olacak olan şey kimin daha fazla oy aldığı. Yani, hangi şehirden aldığının hiç önemi yok. Kuşkusuz ki Türkiye’nin her yerinde gidip bizim sesimizi görünür kılmak, AKP dışında bir seçeneğin Türkiye’de var olduğunu herkese gösterip bir umut dalgası yaratmak adına ekilen tohumlar çok önemli. Ama şimdi enerjiyi daha ekonomik kullanacak yeni bir strateji belirlemek gerekiyor.
Örnek veriyorum, bugün Doğu Karadeniz Bölgesi, AKP’nin özellikle seçimlerde Türkiye ortalamasının 11-12 puan üzerinde oy alabildiği, Türkiye çapında en yüksek oy aldığı yere dönmüş durumda. Ve bu bölgede bazı iller var ki bunların nüfusları çok az. Yani milletvekili seçiminde 3-5 vekille bunlar dengeyi değiştiriyor. Örneğin, Gümüşhane, Bayburt, Rize, Artvin gibi şehirlerde evet ve hayır arasında çıkacak bir farkı; İzmir’de veya Manisa’da birkaç puan hayır oylarını arttırarak telafi etmek mümkün. Benim bu yüzden önerim, özellikle metropollere odaklanmak. Benim gördüğüm kadarıyla kırsal yerleşimin yoğunlaştığı bölgelerde seçmenin tercih değiştirmesi Türkiye ortalamasına göre çok daha zor. Hemen kırılmalar meydana gelmiyor. Fakat, metropollerde yaşayan insanlara hayatlarında yaşananlar, dönüşüm, ekonomik hareketlilikler çok daha hızlı sirayet ediyor. Kaygılar daha çok öne çıkmaya başlıyor. Örneğin; İzmir gibi CHP’li bir belediyenin olduğu şehirde hayır oylarının yüzde 65 civarinda olabileceği düşünülürken, İzmir’e yüklensin bütün hayır çalışması yapan kesimler ve yüzde 70’in üzerine çıkarılsın hayır oyları. O beş puan belki de AKP’nin evet çıkaracağı 4-5 şehrin önüne geçirecek hayır oylarını. Ya da Adana... Bugün MHP oylarının çok ciddi olduğu bir şehir. Yine Mersin... Buralardan evet oylarını geriletebilmek, hayırı buralarda çok daha öne çıkarabilmek mümkün. Buraya yüklenmek lazım. Antalya... Turizm bitmiş, işsizlik artmış, esnaf kan ağlıyor. Tarımdaki Rusya ambargosu nedeniyle seracılık bitme noktasına gelmiş. Şimdi böyle bir şehirden evet oylarının çıkmasını önlemek adına daha büyük fırsat yok ki.
Dur orada demek gerekiyor
Antalya gibi bir büyük şehirden 50 bin adet hayır oyunu arttırmak, Anadolu’daki birkaç şehirdeki evet oyunun farkını telafi edecek. İstanbul da aynı şekilde... Özellikle Manisa, Denizli... Ege, Akdeniz gibi MHP seçmeninin; Cumhuriyetle, Cumhuriyet’in kazanımlarıyla çok büyük bir problemi olmayan daha merkez sağ kökenden gelen metropol AKP seçmeninin yaşadığı şehirler. Bir cumhuriyeti tasfiye projesine de çok fazla sıcak bakmayan, bu nedenle de “evet bu iktidardan, yapılan işlerden memnunum ama, dur orada o kadar da değil” dedirtilebilecek ciddi bir kesim var. Ben bu kesimlere yönelmek gerektiğini, bu kesimler içindeki kararsızların ve evet diyenler ikna edilmesine dönük kampanyanın enerjisinin hızlandırılmasının, yoğunlaştırılmasının gerektiğini düşünüyorum. Dur orda demek gerekiyor, dur orda dediğimizde nerede karşılık bulacaksak ağırlıkla bu günlerde oralara gidip dur orda demek lazım.
Vatandaşı kafasında soru işaretiyle evine yollayalım
Son ekleyeceğim bir şey var, genellikle çok karşılaşıyoruz. Sağa anlattıktan sonra hemen bir karşılığını alma beklentisi içinde olmamakta fayda var. Biz paketi anlatalım, sakıncalarını anlatalım, ama karşılık beklemeyelim. Vatandaşı kafasında bir soru işaretiyle evine, işine yollayalım. Orada bir düşünsün. Doğru düzgün, gerçekten insani ilişkilerle, ötekileştirmeden anlattıktan sonra o soru işaretleriyle kendi kararını versin. Ben korku ortamının da etkisiyle birçok kişinin şu an açıktan hayır tercihini belirtemediğini biliyorum. Bunu çevremde görüyorum, etrafımdaki insanlarda söylendiğini de biliyorum. Dolayısıyla bu korkuyu, bu sessizliği giderebilmek adına, Türkiye Halkı ellerindeki son fırsat olarak gördükleri 16 Nisan Referandumu’nda, Türk’üyle, Kürd’üyle değerlendirdiği oyunu kullanacak. Ben son sözün orada söyleneceğini düşünüyorum.