Perry Anderson “popülizm” tartışmalarına bir soru ile giriyor: “Sistem niçin yeniden galip gelecek?” (Le Monde diplomatique, Mart 2017).
Bir saptama ile başlıyor: “Yirmi beş yıl önce sistem dışı hareketler, solda yer alan güçlerin kapitalizme isyanını temsil ediyordu; bugün bunlar kapitalizme değil, neoliberalizme baş kaldırmaktadır.” Ne var ki hedef daraltıldıkça, bu muhalefete sağda yer alan akımlar da katıldı. “Kurulu düzen, ister sağdan, ister soldan gelsin bu muhalefeti, popülizm tehdidi olarak damgalıyor.”
Neo-faşizmle uzlaşma
Bu iki karşıt akımın aynı şemsiye, yani “popülizm” yaftası altıda birleştirilmesine karşı çıkılması yetmez; terminolojinin açıklık kazanması gerekir.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğine uzanan daha temel bir ayrım söz konusudur. Ayrımın sağ kanadının bugünkü söylemine, programına baktığında Jürgen Habermas adını açıkça koyuyor: “Yeni bir faşizm! Siyasetçiler ise, ‘sağ-kanat aşırılıklardan’ söz etmek gerektikçe, adeta ‘ayıp olur’ duygusuyla ve zorunlu bir denge oluşturmak için ‘sol-kanat aşırılıkları’ da araya sıkıştırıyorlar”. (Social Europe, 17 Kasım 2016.)
Samir Amin de sınıfsal pozisyona referans vererek “aşırı sağ ifadesi yerine, ülke-içi oligarşinin gücünü sorgulamayan Avrupa faşistlerinden” söz etmeyi yeğlemektedir. (Defend Democracy, Kasım 2016.)
Perry Anderson belirliyor ki neo-faşist partiler AB metropolünde güçlenmektedir. Programlarının ortak öğesi, ırkçı bir söylemle beslenen göçmen karşıtlığıdır. İktidara geldiklerinde, yabancıların, hele hele Orta Doğu’luların girişlerinin kısıtlanacağını; uyum sağlayamayanların sınır-dışı edileceğini vadediyorlar.
Britanya’da bu çağrı, AB üyesi Avrupalıları da kapsayacak boyuta taşınarak Brexit ile sonuçlandı. Program, ABD’ye de taşmıştır. Trump’ın seçim platformunda (özellikle Latin Amerikalı) göçmenlere dönük kısıtlama, sınır-dışı etme önlemlerinin önceliği bilinmektedir. İşsizlik baskısı altında bunalan ulusal işçi sınıflarında göçmen akımlarına tepki yaygınlaşmakta; neo-faşist akımların kök salmasına belirleyici katkı yapmaktadır.
Neo-faşizmin bir diğer boyutu, “ulusal hükümranlık” ilkesini çiğneyen AB düzenlemeleri veya küreselleşme öğeleri ile ilgilidir. Bu çerçevede bir ayrışma gözleniyor. Örneğin AB’nin katı çekirdeğinde (Almanya ve Hollanda’da) faşist akımlarla büyük sermaye uyum halindedir. Avro yaygın kabul görmektedir ve “kemer sıkmacı” programlara, küreselleşmeye itiraz konusu değildir.
Buna karşılık, Fransa ve İtalya’nın neo-faşistleri Avro’dan çıkışı savunmakta; refah devletini aşındıran neoliberal programlara itiraz etmektedir. Sosyal politikalar söz konusu olduğunda Marine Le Pen, Fransız sosyalistlerinin açık ara solundadır. Trump’ı iktidara getiren ekonomik program ise, küreselleşmenin iki “kutsal” ilkesine (dış ticarette ve sermaye hareketlerinde sınırsız serbestleşmeye) muhalefeti içermektedir.
Jan-Werner Müller, Avrupa neo-faşistleri ve Trump ile Batı merkez siyaseti arasında doku uyuşmazlığı olmadığını vurguluyor. Brexit kampanyasına Muhafazakâr Parti’den, Trump’a da Cumhuriyetçi Parti’den “ağır toplar”ın desteklerini sıralıyor. Hatırlatıyor ki Hollanda’nın yakın geçmişinde Geert Wilders, bugünkü başbakanın kurduğu bir azınlık hükümetini dıştan destekle ayakta tutmuştur (Financial Times, 8 Şubat).
Bir anlamda sermayenin kolektif iradesini yansıtan New York borsasının Kasım seçimlerinden sonra peş peşe, adeta kesintisiz tarihsel rekorlar kırması anlamlıdır. ABD emperyalizmini yürüten devlet aygıtının farklı öğeleri bugünlerde Trump ile koordinasyon kurmaktadır. Benzer bir koordinasyon dev uluslar-ötesi sermaye grupları ile Beyaz Saray’ın ekonomi takımı arasında gerçekleşmektedir.
Sol muhalefet ezilmelidir
Bir yandan neo-faşizmle merkez siyaset ve büyük sermaye arasında koordinasyon, gerektiğinde işbirliği… Öte yandan “düzen karşıtı” bir söylemi benimseyen; iktidar adaylığı ciddiye alınan sol akımlara karşı katı, ödünsüz bir husumet... Üstelik, Anderson’un vurguladığı gibi, şimdilerde bu akımlar kapitalizme değil, sadece neoliberalizme baş kaldırdığı halde…
Daralan gündemine rağmen bu sol muhalefet, Batı sosyal demokrasisi dışında gelişiyor. Anderson, Batı coğrafyasında önem taşıyan bu akımların hızlı bir panoramasını yapıyor. AB’nin “çevre” ve Güney coğrafyasında yükselen sol partilere dikkat çekiyor: Podemos, Syriza, (“sol” öğeleri ağır basan) Beş Yıldız Hareketi…
“Niçin burada?” sorusunun yanıtı, üç ülkede de Marksist/komünist akımların güçlü tarihsel birikimlerinin katkılarında aranabilir. Bu örneklere, Portekiz de katılabilir. Zira orada Komünist Parti ile Sol Blok, kemer sıkma reçetelerine karşı çıkan (“aykırı”) Sosyalist Parti hükümetini dıştan desteklemektedir.
Kuzey Avrupa’da da neoliberalizme muhalefeti üstlenen iki örnek vardır. İngiltere İşçi Partisi’nin sosyalist geleneğini yeniden sahiplenen Corbyn’in parti liderliğini kazanması ve İrlanda siyaset yelpazesinin en soluna Sinn Fein’in yerleşmesi… Buna, ABD’de sosyalist bir programla Başkanlık ön seçimlerinde Hillary Clinton’u zorlayan Sanders de eklenmelidir.
Bu panoramayı biraz daha genişletelim. Geleneksel sosyalist, devrimci akımların tarihsel olarak güçlü olduğu Güney Amerika’ya taşıyalım. Orada “sol dalga”nın yükselmesi, Avrupa’dakinden öncedir. 21’nci yüzyılın ilk on beş yılında Latin Amerika’nın büyük bir bölümü “sol” iktidarlarla yeniden tanıştı. Bu iktidarların da büyük çoğunluğu sosyalist programlar yerine, neoliberal bölüşüm politikalarını ve ABD’ye teslimiyeti değiştirmeyi hedeflemekle yetindi. Bu “pembe dalga” 2015’ten itibaren son buldu.
Genişletilmiş panoramanın sonucu açıktır: Neoliberalizme karşı çıkan sol akımlara hayat hakkı tanınamaz, ezilmelidir; muhalefeti neo-faşizm üstleniyorsa, uzlaşma, işbirliği aranabilir.
Ödünsüz baskı ve şantaj sonunda yenilginin en açık örneği Syriza’nın Troyka’ya teslimiyetidir. Wikileaks, ABD’de Demokrat Parti üst yönetiminin Sanders kampanyasını nasıl baltaladığını belgeledi. Britanya’da Corbyn’in parti tabanı tarafından pekiştirilen liderliği, büyük sermaye, medya ve Blair’ciler tarafından kuşatılmıştır ve istifaya zorlanması gündemdedir.
Latin Amerika’nın sol iktidarları ise seçim yenilgileri ile veya askerî-sivil darbeler tarafından alaşağı edilmektedir.
Solun kaderi yenilgi mi?
Sosyal demokrasi bir sol seçenek olarak tarihe karışmıştır. Düzen dışı sol ise, neoliberalizm karşıtlığı ile sınırlanan, daralan gündemine rağmen yenilgiye uğramaktadır.
Yenilgi kaçınılmaz mıdır? Nasıl son bulabilir?
Bu kez, Latin Amerika ile başlayalım. Samir Amin, Latin Amerika solunu, “ülkelerindeki orta sınıfların gerici niteliğini küçümsediği” için eleştiriyor. Ancak bu gerici eğilim, güçlü bir sermaye blokuyla ittifak edebilirse etkili olur.
Bu coğrafyanın sol iktidarları, sermayenin gücünü kıracak sosyalist programlardan uzak durdu. Buna karşılık neoliberal bölüşüm politikalarını tersine çevirerek emekçi sınıfları güçlendirdi. Sınıflar-arası dengelerin değişmeye başlaması, tutucu küçük burjuvaziyi ürküttü; ekonomik gücünü koruyan sermayeyle birlikte sınıf saldırısına yönlendirdi. Finans kapitalin ve ABD’nin katkılarıyla iktidarlar el değiştirdi.
Sol programların Latin Amerika örneğinde olduğu gibi yumuşaması, yenilgiyi kaçınılmaz mı kılıyor? Perry Anderson, Avro Bölgesi’nde neoliberalizme muhalefet ederek iktidarı hedefleyen radikal sol partilerin patolojik konumunu vurguluyor: Neoliberalizm cenderesini hafifletmenin asgarî gereksinimi Avro’dan çıkmaktır. Ne var ki, bu adımın olası sonuçlarının çok daha ağır olacağından ürkülmektedir. Anderson bu tavrı özetliyor: “Sistem kötüdür. Ama ona meydan okumak cezalandırılacaktır ve daha korkunçtur.”
Latin Amerika’da olduğu gibi Avrupa’da da küçük burjuvazinin, orta katmanların ürkekliği, tutuculuğu sayesinde sistem “yeniden galip gelecektir.”
Syriza’nın Troyka şantajına teslimiyeti, bu endişenin ürünüdür. Podemos’un, Portekiz solcularının Avro’dan çıkmayı dahi önerememesi, aynı çaresizlik psikozunu yansıtmaktadır. “Sol”, hedeflerini adım adım geriye çektikçe, yenilgiye mahkum olacaktır.
Anderson, AB’nin sol muhalefeti için, en azından neo-faşistler kadar cesareti öneriyor: “AB neoliberal yapılanmaya öylesine bağlanmıştır ki, sistem dışı hareketler daha iyi bir şeyi inşa edebilmek için, en azından AB’nin son bulmasını” savunmalıdır.
Benim kuşaktan kıdemli bir sosyalist olan Perry Anderson’un Avrupa solu için önerdiği “daha iyi bir şey”, herhalde “kapitalizmin aşılması” hedefini içermektedir.
Ama nasıl? Çok daha ılımlı seçenekler karşısında Syriza’yı ve diğerlerini hizaya getirmiş olan AB kurumları ve finansal güçler sessiz kalır mı?
Almanya’dan bir düşünür, Sol Parti’nin sol kanadından ve Max Planck Enstitüsü’nün direktörü Wolfgang Streeck soruyu bir başka çağrı ile yanıtlıyor: “Avrupa küreselleşme kıskacından özgürleşmelidir; ulus-devlete dönmelidir.” Zira, “Avrupalılar son iki yüzyıl boyunca toplumsal kaynaşma ve dayanışmayı ulus-devletler düzleminde gerçekleştirdi.” (London Review of Books, 7 Ocak 2017 ve New Left Review, Mayıs-Haziran 2014).
Kastettiği, elbette, Avrupa’da vahşi kapitalizmi refah devletine, bazen sosyalizme dönüştüren sınıf kavgalarıdır. Birinci Enternasyonal yıllarında ülke-içi mücadelelerin uluslararası işçi sınıfı dayanışmasıyla desteklendiğini de eklemek şartıyla…
Streeck’e göre, ulus-devletlerin oluşturduğu sınırlamalar son bulunca kapitalizm kendisini ayakta turan temeli, dayanakları da yok etmiştir. Toplum ve ekonomi artık yönetilemez hale gelmektedir. Son savunma mevzii ulus-devlete taşınırsa, neoliberal yozlaşma içinde yitirilen sınıfsal kayıpların telafisi gündeme gelebilecektir.
Toplumların kaderinin, ulus-devlet düzlemindeki sınıf mücadelelerine bağlanması… İçe kapanma ile neo-faşizm arasında bağlantılar kuran Batılı sol ve liberal aydınların hazmedebileceği bir çözüm değil. Habermas, sosyal demokrat bir platformu benimseyen uluslararası işbirliğinin neoliberal yıkımı telafi edebileceğini hâlâ ummaktadır. Zizek ise daha soldan hareket ediyor; ama benzer bir konuma geliyor: “Yeni sol bir programın öğeleri kolaylıkla oluşturulabilir. Küresel kapitalizm bize öğretmiştir ki, ulus-devletler bu işi tek başlarına beceremezler. Küresel sermayeyi frenleyebilecek tek güç, sadece yeni bir siyasî enternasyonal olabilir.” (In These Times, 3 Mart)
Bana kalırsa bugünkü dünyanın güç dengeleri dikkate alınırsa, Habermas da, Zizek de hayalperesttir. Örneklerle göstermeye çalıştım ki, uluslararası sermaye neo-faşizmle uyum sağlamaya hazırdır. Tahakkümünün soldan tehdidine ise asla izin vermemektedir.
Bu uluslararası gücün müdahale alanı, ulus-devlet düzleminde ne kadar kısıtlanabilir? Serbest kalan alana hangi sınıflar, ne gibi programlar ve ittifaklar içinde hâkim olacaktır?
Genel-geçer yanıt yoktur; sonuçlar ülkeye, iç-dış dengelere göre değişir; önceden kestirilemez. Ancak, pek çok yerde sol için daha geniş bir özgürlük alanının ulus-devlet düzleminde gerçekleşmesi mümkün ve olası görünmektedir.