Erdoğan, AKP, siyasal İslam, toplumdan, tüm yetkileri bir kişinin elinde toplayacak bir anayasayı kabul etmesini istiyor. Bu akla, “sağduyuya” uygun bir talep değildir. “Evet” diyecek olanlar kararlarını akla değil, inanca dayandıracaklardır. Öyleyse “evet” kimliğe ilişkin bir karar olacaktır.
Bu durumda, sandıktan, manipülasyonları aşabilecek oranda “hayır” çıkması için siyasal İslamın kampındaki kararsızları (siyasal İslamın hegemonyası altında şekillenmiş kimlikleri) etkilemeyi başarmak gerekecektir. Bu amaca, salt “sağduyuya”, ekonomik/maddi çıkarlara hitap ederek ulaşılamaz. Bu düşüncemi geçen hafta dikkatimi çeken üç örneğe dayanarak açmaya çalışacağım.
‘Homer’de kimlik sorunu’
Odissey’in 5. bölümünde, Kral Odysseus, su perisi Calypso’nun adasındadır. Dünya güzeli, ölümsüz Calypso, Odysseus’u çok sevmiştir. Calypso, Odysseus’a, bu her gereksinimin karşılandığıcennette kalmasına karşılık ölümsüzlük vaat eder. Ancak Odysseus bu teklifi kabul etmez. Neden?
9. bölümde, Odysseus “Tepegöz”lerin adasında tutsaktır. Odysseus, kendilerini tutsak alan Tepegöz’ü, benim adım “hiç kimse” diyerek kandırır. Ancak Tepegöz’ü kör ettikten sonra kaçarken son anda durur, Tepegöz’in babası, Poseydon’u daha da kızdırmak pahasına, “benim adım Odysseus” der. Neden?
Bu iki mantıksız tutumun sırrı kimlik ile varoluş arasındaki ilişkide yatıyor. Kral Odissey 5. bölümde tüm maddi olanakları reddderken “başkası olmayı”, 9. bölümde de, sessizce, güvenlik içinde kaçmak varken, zaferinin isimsiz kalmasını kabullenemiyor. Böylece Homer, bir insan için kimliğinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu vurguluyor. ( https://aeon.co)
Orwell ve ‘Kavgam’
George Orwell, “Kavgam” kitabı bağlamında, Hitler’in kişiliğini, halktan aldığı büyük desteğin arkasındaki dinamikleri irdeleyen yazısında (1940) Hitler’in düşüncelerinin, son 15 yılda hiç değişmediğini vurgular. Hitler, “her zaman yüzlerce yıl sürecek, içinde savaşacak gençlerin eğitilmesinden, onların yerini alacak yeni kuşakların yetiştirilmesinden öte başka bir beklentinin olmadığı, geniş bir yaşam alanına sahip bir imparatorluk” arzuluyordu. Hitler, kendini hep haksızlığa uğramış, baskı altına alınmış biri olarak sunmuştu. Hitler, sosyalizme, işçi sınıfına düşman büyük bir hareket yaratmasaydı, büyük sermayenin desteğini alamazdı. Buna karşılık, sağ ve sol akımlar, Nasyonal Sosyalizmin, özgünlüğünü kavrayamıyor, onun muhafazakârlığın bir türü olduğunu düşünüyorlardı.
Orwell, Batı düşüncesinde, insanların akılcı olduğuna, yalnızca konforlu güvenlikli, sağlıklı bir yaşamı, daha kısa çalışma saatlerini, genelde sağduyuyu arzuladıklarına inanıldığını vurguladıktan sonra, ekliyordu; “İnsanlar, en azından arada sırada, mücadele, fedakârlık, hatta davul, bayrak, sadakat deklare edilen merasimler de isterler”. Diğer bir deyişle insanlar, yaşamlarında, kimliklerini dayandırabilecekleri bir anlam, bir aidiyet isterler.
Psikanalizden öğrendiğimiz gibi, kimlik bir kez şekillendikten sonra, dayandığı zemini sarsacak bir travma yaşamadan değişmeye başlamaz. The New Yorker’in son sayısında yayımlanan bir deneme, bu alanda son araştırmaların da, 1975’ten bu yana yapılan bir seri araştırmanın sonuçlarını doğruladığını aktarıyordu: İnsanlar düşüncelerini, kendilerine sunulan yeni verilerle hemen değiştirmiyor, yanlış olduğu verilerle kanıtlanan inançları korumaya, verileri yadsıyarak, inançlarını destekleyen “yanlışlara” sadık kalmaya devam ediyorlar.
Sonuç olarak, bana, “Hayır”ın gücünü, istatistiklerden, sosyal medya, salon toplantıları, ev ziyareti etkinliklerinden öte fiilen, tutkuyla, kitlesel olarak gösterebilirsek, “evet” kampında kuşku yaratabilir, güveni, nihayet kimlikleri sarsabilir, kararsızları daha kolay etkileyebiliriz gibi geliyor.