Olaylara kurbağa perspektifinden de kartal veya kuş perspektifinden de bakılabilir. Olayların genel gidiş yönü hakkında belli bir fikir sahibi olabilmek için, olabildiğince uzaktan ve yukarıdan bakıp olabildiğince geniş bir alanı görmek hayati önemdedir. Yani diğer bir deyişle, ağaçlardan ormanı göremez durumda olmamak gerekir.
Yukarıdan ve uzaktan bakış zaman ve mekân (temporal ve lokal) boyutlarda olur.
Biri (lokal), dünya çapında bakmakla olur.
Diğeri (temporal), toplum tarihinin binlerce yılından bakmakla olur.
Bu nedenle tarih ve tarihin genel eğilim ve yasalarını bilmek stratejik bir bakış açısı için hayati önemdedir.
Bu iki boyut bir arada olmadığında, sosyolojik açıklamaların yerini komplo teorileri alır; yani enayiler teorisyenliği.
#HAYIR için çalışmalarda da böyle bakılmalı. Taktikler böyle bakışla oluşturulan stratejilere göre belirlenmelidir.
Biz günlük acil görevlerimizi hep böyle belirlemeye çalışırız.
*
Bu kısa girişten sonra gelelim Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin kaderinin bağlı olduğu referandumun kaderine.
Referandum’un kaderini de, son duruşmada, referandum çalışmaları değil; dünya ve Ortadoğu çapındaki genel gelişmeler belirleyecektir.
Bu genel önermeden ancak düz bir mantıkla şöyle bir sonuç çıkarılabilir: “madem bu sonucu bizlerin çalışmaları değil, dünya ve Ortadoğu çapındaki gelişmeler belirleyecek o halde bir şey yapmaya gerek yok.”
Bu baştan aşağı yanlış bir çıkarımdır. Elbet elimizden geleni yapacağız, örneğin bu satırların yazarı, neredeyse her gün yazı yazmak, küçük de olsa #HAYIR’a bir katkı sunmak için elinden geleni yapıyor ve bunun için de bütün sınırlarını zorluyor.
Ama aynı zamanda Referandum’un kaderini belirleyecek olanın da kendi çalışmaları değil; dünya çapındaki gelişmeler olduğunu da söyleyebiliyor.
Bu ikisi birbiriyle çelişmez; ya da düz mantıkla çelişirler; diyalektik mantıkla çelişmezler. Ve tarih, ve olaylar, ve süreçler, düz mantıkla kavranamayacak kadar karmaşıktırlar.
Çünkü toplumda da tüm tarihin genel bir yasası daha vardır: hiçbir şey önceden belirlenemez. Daima bir “belirsizlik ilkesi” vardır. Bizzat şu satırlar bile konu ettiği süreçlerin aynı zamanda bir öznesidir ve onlar üzerinde bir karşı etkide bulunurlar. Diyalektik de özünde bu karşılıklı ilişkinin incelenmesinin bir metodolojik ilke olmasından başka bir şey değildir.
Bizlerin şu veya bu şekildeki davranışı, sürecin genel gidişi üzerinde hiç hesaplanamayacak etkilerde bulunur ve bunlar da kısa vadede olayların gelişimini etkiler. “Suya bir taş atsan evren o denli değişir”. Terazinin kefelerinde eşit ağırlıklar varsa, bir tarafa konacak bir sivrisinek bile o tarafın ağır basmasına ve dengelerin bozulmasına yol açabilir. “Çin’deki kelebeğin kanat çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir”. Yani evrendeki olaylar eğilimsel ve periyodik olduğu kadar kaotiktir de. Yapısı gereği önceden hesaplanamazlar; ama önceden hesaplanamazlıkları hesaplanabilir.
Bu nedenle evrenin ve yaşamın ve toplum tarihinin kaseti yeniden çalınsa, dinleyeceğiniz aynı şarkı olmayacak, her seferinde başka bir şarkıyı dinleyeceksiniz demektir.
Ve yaşamın her anı, kasetin yeniden çalınabileceği yeni bir başlangıç noktasından başka bir şey de değildir.
Özetle, bir yandan #HAYIR’ın örgütlenmesi için en küçük ayrıntıya bile dikkat etmek, emek vermek gerekir. Çünkü “eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür”; “Şeytan ayrıntıda gizlenir.” Ama diğer yandan da bütün bu çabaları daha genel bir strateji içinde yapmak ve daha az hatalı işler yapmak için genel eğilimleri göz önüne almak gerekir. Çünkü son duruşmada genel eğilimleri onlar belirler
Böyle yapmaya devam edelim.
*
Evet, Referandum’un kaderi Sandık’ta değil, Suriye’de belirlenecektir.
Suriye’nin kaderi de dünya ölçüsündeki güçler mücadelesine göre belirlenecektir.
Ama dünyayı şimdilik bir kenara bırakalım. Suriye’ye bakalım.
Barış sürecini de savaş sürecini de başlatan Suriye’deki gelişmeler oldu. Türkiye Suriye’de “Baba bir Hırsız tuttum”a döndü. “Bırak”, “Gitmiyor”; “Getir”, “Gelmiyor”. Suriye’nin kaderi ile Türkiye’nin kaderi birbirine bağlandı. Ceza suçun cinsindendir. Suriye’nin kaderini belirlemeye kalkarsan, Suriye de senin kaderini belirler.
“Barış süreci” denen ateşkesi başlatan, Türk devletinin, “Kürtlerle savaşarak bölünmektense Kürtlerle barışarak büyümek” stratejisine geçmesine yol açan da; 7 Haziren seçimlerinden sonra Kürtlerle savaş konseptine dönmeye yol açan da son duruşmada Suriye’deki gelişmeler oldu.
Geriye doğru bakalım. 90’larda egemen olan Ergenekon’un güç yitirmesine yol açan değişmelerin başlangıcı, önce AKP’nin seçimleri kazanmasıydı. Ama AKP bunlarla mücadele edecek kararlılıktan ve niyetten yoksundu.
Mücadele edecek gücü niyeti ve kararlılığı olmayan AKP’nin değişimini mümkün kılan ise, Hırant’ın ölümünden sonra ortaya çıkan kitle hareketinin AKP’ye Genelkurmay’ın tehditlerine meydan okuma cesareti vermesi ve böylece Devletin içindeki Ulusalcı-Avrasyacı kanadın, Ergenekon, Balyoz, vb. tevkifatlarıyla büyük ölçüde güçten düşürülmüş olması, devletin böyle bir strateji değişimi için koşulları hazırlamıştı.
Bu özgül koşullar altında Öcalan’ın örgütünün birden bire Rojava’ya egemen olması ve kantonlar kurması, Türkiye’de de Kürt hareketinin her şeye rağmen sürekli yeni mevziler kazanması, hem Ergenekon’un zayıflaması; hem de bunların Erdoğan’ın kendi başkanlık amacına bağlı taktik hesaplarının çakışmasıyla, “barış süreci” denen ateşkesin yapılmasını mümkün oldu.
Ancak ateşkesin kendisi yepyeni dinamikleri de harekete geçirdi.
Şehirlerin aydın ve modern kesimleri bu antik devletin ve sistemin baskısına ve Erdoğan’ın İslam devleti hayal ve girişimlerine karşı seslerini yükseltme olanağı buldular ve Gezi ortaya çıktı.
Böylece hiç hesapta olmayan bir devrimci dinamik yükselmeye başladı. Kürt hareketinin başarıları Türkiye’deki demokratik muhalefetin ortaya çıkmasına, radikalleşmesine, yükselişine yol açıyor; demokratik muhalefet de Kürt hareketinin gelişmesine yol açıyor; tecritten kurtulmasını sağlıyordu.
Bunlar da Suriye’deki yeni kazanımları mümkün kılıyordu, Suriye’deki gelişmeler (Kobane gibi) Türkiye’deki gelişmeleri etkiliyor ve ileri gitmesine yol açıyordu. Bütün bu karşılıklı etkilerin sonucu 7 haziren başarısı oldu.
7 Haziran seçimlerinin Devlet ve Erdoğan için iki sonucu oldu.
Devlet, harekete geçen dinamizmden korktu ve gelişmelerin kendi kontrolü dışına çıkabileceğini gördü ve bu da onun kendi fabrika ayarlarına dönüşüne yol açtı.
Cin şişeden çıkıyordu. Kürtler, Aleviler ve Şehirlerin laiklerinin bir ittifakı ve yükselişi, var olan bütün o antik devletçiliği, Kürtleri ezelim diyeniyle de barışalım diyeniyle de, topunu havaya uçurabilirdi.
Bu durumda, tıpkı 19. Yüzyılda burjuvazinin, kitlelerin ileri gittiğini görünce korkusundan daha önce kendilerine karşı mücadele ettiği toprak ağalarına el verip ittifaka girmesi ve onlara rant haracını vermeyi kabul etmesi gibi, Türk devleti de bu gelişmeden korktu, “Kürtlerle savaş” ve onları ezme stratejisine geri döndü ve “savaşarak bölün”memek için, tek yolu zor olan, her türlü rızayı bir tarafa iten, tümüyle Kürtleri ezmeye ve Suriye’deki oluşumu yok etmeye yönelik stratejiye geçti.
Aynı şekilde, HDP’nin seçim başarısı da ve bu başarının da “Seni başkan yaptırmayacağız”a bağlı olarak gelişmesi nedeniyle Erdoğan için de Kürtlerin desteğini almanın bir anlamı kalmamıştı; çünkü alamayacağını görmüştü. “Barış Süreci”nin taktik bir hamle olarak bile kullanamadığı ortaya çıkmıştı.
Yani Türk devletini stratejik dönüşünden de; Erdoğan’ın taktik dönüşünden de kendi demokratik programına geniş kesimleri kazanmaya ve gücünü arttırmayı başaran Kürt hareketi; daha doğrusu Öcalan’ın stratejisi kazançlı çıkınca kaybedenlerin ikisi de “sayım suyum yok” deyip masayı yıktılar. Bu noktada Kürt hareketi, çizgisini sürdürerek çok büyük başarılar elde edebilirdi. Ama Öcalan ile bağlar koparılınca onlar da fabrika ayarlarına, derinlik ve uzak görüşlülükten yoksun çoktan bir kenara atılmış stratejilerine döndüler. Sonuç ağır bir yenilgi oldu ve bu yenilgi sayesinde Kürt hareketi yavaş yavaş kendisine başarılar getirmiş stratejiye dönmeye çalışıyor. Tabii bu Öcalan’sız kolay olmuyor ve el yordamıyla gidiyor.
Aynı şey Türk devleti için de geçerlidir. Onun da tekrar savaştan barış taktiğine geçmesi ağır bir yenilgi almasına bağlıdır.
Masanın tekrar kurulması, muhtemelen Türk devletinin Suriye’de Rojava’yı yok edemeyeceğini kesin kavramasından sonra olabilir.
Bu aynı zamanda Ordu ve Devlet içindeki Kürtleri zorla ezerek de birliği ve devleti koruyabiliriz stratejisinin yani ulusalcıların, Avrasyacıların, Ergenekon’un güç yitirmesine, buna paralel olarak Erdoğan’ın da tasfiyesine yol açar.
Türk devletini bu kadar rahat hareket ettiren, bu iki büyük dönüşümü tekrar yapabilmek için de yolların hala var olmasıdır.
Yani bu dönüşü Türk devleti hala kolaylıkla yapabilir.
Kürtleri ezme ve Rojava’yı yok etme stratejisinden vaz geçmek için Öcalan’ın ve HDP’nin tekrar önünün açılması yeter.
Oyunun kurallarına uygun olarak (Yani meclis aracılığıyla, “Demokratik yollarla” Erdoğan’ın tasfiyesi için de MHP içindeki muhalefetin ve AKP içindeki muhaliflerin, başta Gül ve Arınç’ın, önünün açılması yeter. Erdoğan neye uğradığını anlamadan, birden bire kendini uluslararası mahkemelerin sanık sandalyesinde bulur.
*
Erdoğan’ın da, devletin de, şimdiki taktiği “kuşa bak” taktiğidir. Kuş ise Türkiye’de “Fetö”; Suriye’de IŞİD’dir
Erdoğan, Fetullahçıları göstererek, bütün demokratik muhalefeti, kendisi için tehlike olacak tüm güçleri tasfiye ediyor.
Erdoğan nasıl "Fetö"yü bahane edip gücü elinde topluyor ve tüm demokratik muhalefeti tasfiye ediyorsa; Ergenekon ve Ordu da, IŞİD'e karşı mücadele edeceğiz diyerek, kantonları ve YPG’yi ortadan kaldırmanın, bunun için de YPG’nin egemen olduğu alanlara kesin el koymanın hesabını yapıyor.
Kendi gücüyle bunu başaramayacağını bildiğinden, ABD ve Rusya arasındaki çelişkilere dayanarak uygun bir durumda çelişkilerin kendisine bunu yapma imkânı sağlayacağını umarak “sahada ve masada” olmaya çalışıyor. Ve bu şu ana kadar başarılı gibi görünüyor.
(Bu arada şunu da belirtelim ki, Erdoğan aslında Genelkurmayın bu politikaların bir uygulayıcısından başka bir şey de değildir. “Vesayet rejimi” denen şey hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır. Birtakım Ergenekoncuların uzaklaştırılması, bir takım politika değişiklikleri sorunu değildir “Vesayet Rejimi”. Yapısal bir sorundur. Bu merkezi ve bürokratik cihaz, yani bugünkü devlet tasfiye olmadan “vesayet rejimi” her zaman ortaya çıkar. Liberallerin en büyük kötülüğü, bu kadro ve politika değişimlerini “Vesayetin tasfiyesi” olarak tanımlamalarındadır. Bizim liberallere eleştirimiz, ulusalcılarınkinden farklı olarak, vesayet rejimine karşı mücadele etmeyip onun kendisini yenilemesinin araçları olmaktan öteye gidememelerinden dolayıdır.)
Ancak bu arada Ergenekon ve Erdoğan’ın aralarındaki çelişkiler de yoğunlaşıyor. Çünkü ikisinin de hedefleri ve dayandıkları toplumsal kesimler ve güçler farklıdır.
Erdoğan kendi tek kişi egemenliği altında, İslam’a dayalı bir ulus ve ulusçuluk peşinde. Her egemenlik bir ideolojiye de dayanır. Erdoğan ancak İslam’ı araç olarak kullanarak bu ideoloji ihtiyacını karşılayabilir. Bu ideoloji ezilenler arasında güçlüdür, oralarda yankı bulabilir.
Buna karşılık, devlet sınıfları klasik Avrasyacı Kemalizm yorumuyla bu ihtiyacını karşılıyor ve en büyük ideolojik desteği de eski Marksistlerde ve antiemperyalizmde buluyor. Ama ilişkili oldukları toplumsal kesimler de farklı ve Erdoğan’ın ideolojisiyle kesin bir çelişki içinde. Ergenekoncular için İslam’la tanımlanmış bir ulus, baskı altına alınmaları, ezilen ulus konumuna düşmeleri demektir. Onlar binlerce bağla, “laik yaşam tarzı”ndakilere bağlıdırlar. Hem bu bağlar hem de Erdoğan’a destek, ilânihaye bir arada bulunamaz.
Bu nedenle Erdoğan’ın büyük bir güç biriktirmesi onlar için büyük bir risktir aynı zamanda. Bu nedenle, Referandum’dan Erdoğan’ın başarısız çıkmasından çıkarları vardır. Böylece Erdoğan kendilerine daha mahkûm kalacak ve ona kendi politikalarını daha rahat dikte ettirecekler; Erdoğan’ın kendilerini tasfiye tehlikesi de epeyce uzaklaştırılmış olacaktır.
Bu nedenle ikisinin de hareket kabiliyeti nispeten azalmış görünüyor. İkisi için de ortada varlık yokluk, “Beka Sorunu” var. Bu onları ittifaka zorluyor. İkisi de “Fetö” ve “YPG” korkuluklarıyla ortaklaşa tasfiyeler yapıp ayakta kalabilmek için her türlü akıl almaz girişimi yapmaya hazırlar. Ancak aralarındaki çelişki, bir bakıma hareket kabiliyetlerini de sınırlıyor. Bir yandan da, ilerdeki bir kapışmaya karşı mevzilerini korumak ve güçlendirmek; birbirlerini de kollamak zorunda kalıyorlar.
Dikkat edelim, darbeden önce Bahçeli’nin ayağı kayıyordu, Gül’lerin, Arınç’ların falan sesi daha yüksek çıkmaya başlamıştı. Çünkü Türkiye Suriye’de iyice sıkışmıştı. Ordunun içinde geleneksel güçler Suriye’ye girmeye ısrarla karşı çıkıyorlardı. Darbe içinde darbe, bir vuruşta bütün bu sorunları tasfiye etti ve aynı şekilde Rusya’ya yanaşılarak belli bir hareket alanı sağlandı.
Ancak bu bir atımlık baruttur son duruşmada. Savaşta ilerleyebilmeniz için, arkanızda “stratejik derinlik” olması gerekir. Yani sizin birlikleriniz ileri gittikçe, savaş yayıldıkça, birliklerinizin yoğunluğu ve gücü azalır. Bunun için bol yedek birlikler gerekir; onlara mermi, malzeme, yiyecek getirmek için daha uzun yollar kat edilecektir, daha çok araç olmalıdır. Kurmaylık da aslında bu hesapların yapılmasından başka bir şey değildir. Yoksa bir süre sonra soluğunuz tıkanır. Deposunda fazla bir benzini bulunmayan bir araba gibi yolda kalırsınız.
Aslında şimdi tekrar yolda kalmak üzereler. El Bab’ta takıldılar. Ama bu noktada hala zaman kazanarak kritik bir eşiği aşmanın planlarını yapıyorlar. Şu an tek umutları kalmış bulunuyor. Trump’a “gel bizi Rakka'yı almak için kara ordusu olarak kullan, biz Mehmetçikleri kurban etmekten çekinmiyoruz” dediler. Şimdi onun bu yağlı teklifi kabul etmesini bekliyorlar. Belli ki Trump ta (tıpkı bir zamanlar Türkiye’nin Barzani ve Talabani’yi istihbaratçılarla görüştürmesi gibi, İstihbarat örgütünün başkanını Erdoğan’a yollayarak, Türkiye’ye bir “aşiret devleti” muamelesi de çekerek) ağızlarına bir parmak bal çalmış olabilir ki, Erdoğan hemen ertesi gün yine bir dönüş yaparak Membiç ve Rakka demeye başladı. Her ne olursa olsun, Nisan sonundan önce kesin bir cevap alamayacakları belli gibi. Ama Nisan’ın ortasında referandum var. Şöyle bir bağıntı ortaya çıkmış bulunuyor. ABD’nin tavrı Referandum’u Referandum’un sonucu da ABD’nin tavrını belirleyici etkilerde olacaktır.
Türkiye gel beni asker olarak kullan dedi. Ama tabii bunu, “Özgür Suriye Ordusu” denen şeriatçı çapulcu sürülerinin adının ardına gizlenerek yapıyor. Tabii El Bab’ta görüldüğü gibi, bu çapulcularla bir şey yapamayacakları için, fiilen Türk Ordusunun bütün Kuzey Suriye’yi işgaliyle yapabilirler. Tabii YPG de armut toplamayacaktır. Türk ordusunun El Bab kapısındaki hezimeti ortadadır. Ergenekon ve Erdoğan, Rakka’ya en kısa yol diyerek Rojava'yı çiğnemek isteyeceklerdir. Ama her halükarda yenileceklerdir. Ama çok acılar çekilecektir.
Yol yakınken HAYIR’ın başarısı bütün bu planları bozabilir.
Ama Hayır’ın başarısı da ABD’nin Türkiye’nin asker olma teklifini kabul edip etmemesine bağlı. ABD de Türk ordusunun teklifini kabul etmenin aynı zamanda, Suriye gibi meşru bir devleti işgal ve Rusya’ya savaş anlamına geleceğini; bunun da bir dünya savaşına yol açabileceğini her halde hesap eder. Eğer bunu da göze aldığını göstermek için, Avrupa’da da Rusya’yı bir dünya savaşı ile de tehdit ederek, iyice gerilemeye zorlamak için, Türk ordusunu böyle kullanmaya karar verirse ki verebilir, HAYIR’ın kazanması güçtür. Bu nedenle, ABD’de şimdi “estabilishment” ile yani ABD’nin yerleşik kurumları ile Trump arasındaki mücadelenin sonuçları bizlerin de, hatta belki insanlığın kaderi için de belirleyici olabilir.
Ama bizlerin buradaki mücadeleleri de oradaki savaş üzerinde etkilerde bulunacaktır.
Bu arada, Erdoğan referandumda kaybedeceğini fark edince, içerdeki provokasyonlarıyla netice alamayacağını görünce hem Evet çıkarmak, (çünkü gerilimlerden karlı çıkan kendisidir); hem de ABD’yi bir emrivaki ile kendisini seçme zorunda bırakmak için, Rojava’ya saldırabilir.
Hâsılı önümüzde her şeylere hazırlıklı olmamız gereken iki ay var.
ABD’nin genel dünya çapındaki çıkarları açısından belirlenecektir, Rakka için YPG ile mi Türkiye ile mi işbirliği yapılacağı. Şimdiye kadar, Obama’nın zorla sürdürmeye çalıştığı bir yol var. İkisini de idare etme. Bunun sonuna gelenmiş gibi. Trump, ikisine de baskı yaparak, ikisini de idareden, ikisini birlikte çalışmaya zorlama gibi bir yola geçebilir.
Bu ise, Ergenekoncuların tasfiyesini; Natocu subayların tekrar yerlerine gelmesini ve Öcalan’la görüşmelerin başlamasını, HDP vekillerinin tekrar dışarı çıkarılmasını gerektirir.
Ama Trump’ın kararını referandum’un sonucu da etkileyebilir. Bütün bunların olması için ise, Erdoğan’a referandumda hayır çıkması gerekir.
Eğer ABD, YPG’ye dayanarak Rakka’yı almaya karar verirse, bu da yine Türk ordusu ve devleti içinde bir çatışmayı ve Ergenekoncuların tasfiyesi sonucunu doğurur. Tabii onlar bunu kolayca kabul etmeyecektir. Ellerindeki gücü ve konumu korumak için, her yolu deneyeceklerdir.
Özetle, ABD’nin kararları Evet veya Hayır çıkacağında tayin edici olacaktır. Ama Amerika’nın kararlarında da evet veya hayır çıkması veya çıkacağının belli olması, belli bir ağırlığa sahip olacaktır.
ABD de #Hayır oyu almış bir politikaya ve Türkiye’nin dayatmalarına karşı daha rahat hayır diyebilir.
*
Herkesi karşıya alması ve karşısında bu kadar bütün farklı amaçlardaki güçlerin yığılması, şimdiden Erdoğan’ın hareket alanını daraltmış bulunuyor. Bu da #HAYIR’ın yükselen trendinde görülüyor. Bunun sonucu olarak, Ergenekoncularla arasındaki çelişki giderek derinleşmeye de başlamış bulunuyor ve bu da yine #HAYIR’ın hareket alanını ve gücünü arttırıyor.
Ancak her ikisi için de bu son şanslarıdır. İkisi de konumlarını koruyabilmek için her yolu denemeye hazırdırlar. Operasyon el güçleri var. Bu da onları kader ortaklığına ve birlikte davranmaya zorluyor. Aralarında bir ateşkes yapıp uzlaşma yapabilirler.
Bu nedenle, referanduma kadar olan sürede, Evet çıkarmak için gerilim, gerilim için de provokasyonlar, saldırılar, bombalamalar hiç de sürpriz olmayacaktır.
*
Muhalefet şimdiden şarkılı türkülü HAYIR'lara gark olmuş bulunuyor. Elbet bunlar yılgınlık ve yenilgi ruhunun atılmasında belli bir işlev görmüşlerdir. Ama şimdi şarkı türküyle Hayır deme zamanı değil. Bir anda gözyaşları ve yılgınlık tekrar onun yerini alabilir. 7 Haziran sonrasını hatırlayın.
Bu nedenle HAYIR’ın nasıl örgütleneceği; bir örgütlenme için altyapının gerekliliği; bunun nasıl oluşturulabileceği; en geniş kitlelerin katılımıyla nasıl hareketler oluşturulabileceği esas sorun olmaya devam ediyor.
Bu nedenle bıkkınlık verse ve bugünlerin şarkılı türkülü atmosferine pek uymasa, biraz demode ve arkaik gibi kalsa da biz #HAYIR’ın örgütlenmesinin sorunları üzerine yazmaya devam edeceğiz.