Kaybedeceğiz...

Çok kötü kaybedeceğiz.
Hapislerde sürüneceğiz.
Hepimiz öleceğiz.
 
Korku filmlerinde hep bir karakter olur, daha ortada fol yok yumurta yokken panik yaratır. “Hepimiz öleceğiz” diye bağırıp çağırmaya başlar, krizler geçirir. Genelde ilk kurban da o olur.
 
Tabi korku filmi olması itibariyle aslında haklıdır da bu tip. Birçok kişinin ölmesi gerekir filmde. Korku filmi bunu gerektirir.
 
Ama birinci yanılgısı şudur; hayatta kalanlar da olur. Ve bunlar hep canavarla mücadele edenler, kaçma ve kavga yöntemleri geliştirenlerdir.
 
İkinci yanılgısı da şudur; “hepimiz öleceğiz” diye bağırarak ortalıkta dolaşmanın ne kendisine ne arkadaşlarına, ailesine, sevdiklerine faydası vardır. Aksine yarattığı panik ve korku ile başkalarının da takılıp düşmesine, kaçamamasına, canavarın saldırılarına karşı koyamamasına neden olur.
 
Kimi mi kast ediyorum? Başta “beyaz yakalılar”, orta sınıf, küçük burjuvalar diye adlandırabileceğimiz kesimler olmak üzere “Hayır” cephesinin önemli bir kısmı tam olarak bu şekilde davranıyor bugünlerde.
 
Anketçilerden öğrendiğimiz kadarıyla toplumun yüzde 55’ten fazlası hayır diyor ama bu hayır’cıların yüzde 80’i evet çıkacağına inanıyor. Bahsettiğim psikolojide hareket edenler ise bu cephede ümitsizliğin, atıllığın, boşvermişliğin, “zaten kazanacaklar ne yapsak boş” tarzında kaderciliğin stabil kalmasına sebep oluyorlar.
 
Tekrar başa dönelim:
Hepimiz öleceğiz!
 
Evet, öleceğiz. Bu doğru bir tespit.
Eninde sonunda hepimiz öleceğiz.
Ölmeyeceğinizi mi sanıyordunuz?
 
Hani bir aralar aştığımız bir korku duvarı vardı, Gezi’de ayaklandığımızda.
İşte onu tekrar aşmak için şunu soralım kendimize:
Ne için, nasıl yaşamak ve nasıl ölmek istiyoruz?
 
Yaşadığımız ülke uçurumdan aşağıya atılıp, bir cehenneme çevirilmeye çalışılırken instagramda havalı yemek fotoğrafları paylaşıp, yurtdışına kaçma planı yaparak yaşamak mı
 
yoksa
 
var gücüyle bunu engellemeye çalışıp, bunun için çalışan diğer insanları motive edip, güç verip, omuz omuza verip, kazandıktan sonra hep birlikte Gezi zamanındaki gibi güneşli, güleryüzlü fotoğraflar çekilebilmemiz için yaşamak mı?
 
Hazır bizim orta sınıftan bahsediyorken bir diğer yaygın hatasına da değinelim.
 
Sağcıları, yani evet’çileri, yani AKP ve MHP seçmenini aşağılamayı çok seviyor ve bu huyundan vazgeçemiyor. Bu zamanında makarna-kömür söylemiyle başlayan alışkanlık ve kolaya kaçma yöntemi, bugün de çeşitli şekillerde devam ediyor. Onlar cahil, onlar kötü kalpli, onlar pis, onlar fakir gibi ve yer yer daha uç ve aşağılayıcı şeyler dillerine dolanmış.
 
Aslında kendilerini rahatlatmaya yarayan bu söyleme göre Cihangir, Nişantaşı ve Bağdat Caddesinde yaşayan bir avuç yüksek gelirli instagram güzeli ve yakışıklısı dışında kalan toplumun yüzde 99,9’unu çöpe at gitsin. Bi işe yaramıyorlar zaten, düşünemiyorlar, hep yanlış oy veriyorlar, her zaman da cahil kalacaklar. Bu yakışıklılarımız ve güzellerimiz ise Avrupalara, Amerikalara, Norveçlere layık ama işte naparsın oturum izni çıkmıyor. Ah bi o batılı ülkelere anlatabilseler bu pis, kara kafalı ortadoğulular gibi olmadıklarını, o zaman mutlaka alınacaklardır da işte batılılar da şeyapamıyo.
 
Şimdi sorunumuz şu; referandumda kazanmak için yüzde 20 civarında olduğu söylenen kararsızlara hitap etmemiz lazım. Bunların da çoğunluğu sağ seçmen.
 
Peki diyeceksiniz ki sen neden o zaman Hayır’cı ortasınıfa konuşuyorsun. E çünkü ilk etapta ulaşma ihtimalim daha yüksek olanlar onlar. Birincisi bu. Ve ikincisi de Hayır cephesinin ufak ve kararlı bir kısmının evet’çilere ulaşmaya çalışmasıyla başarılı olamayız. Bizim taraftaki ümitsizler, olmazcılar ve onların etkisiyle atıl kalanların hepsiyle birlikte, tek bir ses olarak bu yüzde 20 kararsızlara hitap edebilmeliyiz.
 
Hakaret ettiğiniz insanlardan oy isteyemezsiniz. Onları beraber seyahat ettiğimiz Titanik’i batırmamamız gerektiği konusunda ikna etmeliyiz. Tek kurtuluş yolumuz bu.
 
Ayrıca hayatınız sadece Starbucks’ta geçiyormuş gibi, orda doğmuş büyümüşsünüz gibi havalar yapmanıza, sürekli yüzünüzde instagram filtresiyle dolaşmanıza gerek yok. O sağcı seçmen mutlaka sizin hayatınıza da temas eden insanlardan oluşuyor. Akrabalarınız, hemşehrileriniz, ilkokul arkadaşlarınız, küçükken mahallede top oynadıklarınız, düğününde halay çektikleriniz... Hadi diyelim sonradan elit havalarına girmediyseniz, gerçek bir küçük burjuvaysanız, o zaman da o kullandığınız lüks ürünleri fabrikalarda gece gündüz vardiya yaparak, karınca gibi çalışıp üreten insanlar onlar. Hayatınıza mutlaka dokunuyorlardır bir şekilde.
 
Ve son olarak; kaçarım giderim buralardan diye düşünüyorsanız, o da zor. Hadi diyelim kaçtınz, gittiniz, sağcılığın yükseldiği Avrupa’da, Amerika’da 3. değil 5. sınıf vatandaş olarak, pardon vatandaş demişim göçmen, ilticacı olarak çok mu güzel bir hayat yaşayacağınızı düşünüyorsunuz? Hadi diyelim o da oldu, süper bi hayat imkanı yakaladınız orada, ya peki ananız, babanız, kardeşleriniz, sevdikleriniz, aşklarınız, hatralarınız, çocukluğunuz, oyunlarınız, oyuncaklarınız, en sevdiğiniz ağacın gölgesi, en çelimsiz ağacın bile meyvesi, şarkılar, şiirler, Boğaz’da bir günbatımı... Hiç mi özlemeyeceksiniz bunları?
 
Kendinizle birlikte tüm sevdiklerinizi kaçıramayacaksanız, gelin şu iki ay birlikte mücadele edelim. Pes etmeyelim hemen. Tamam başımızdan çok belalar geçti ama hala kazanabiliriz, hala umudumuz var. Ve cümleyi içinizden tamamlayın; kurtuluş yok tek başına...