Bu sabaha karşı Türkiye Büyük Millet Meclisi, kendisini neredeyse bir tabela örgütlenmesine, Saray’ın odalarından birine dönüştürecek anayasa değişikliği teklifini 339 evet oyuyla kabul etti. Türkiye’nin 150 yıllık Saray’a karşı Meclis’i güçlendirme merkezli demokratikleşme tarihinde bir karşı devrim sürecinin sonuna yaklaşıyoruz.
Şimdi önümüzde zorlu bir referandum süreci var. Bu sürecin örgütlenmesinde yine gayrinizami olacaklar; yine psikolojik savaş yürütecekler. Tabuta son çiviyi çakma yolunda hiçbir şeyden geri durmayacaklar; eminiz.
Bizim elimizde tek kuvvet var: sözümüz ve haklılığımız. Bu anayasa görünümlü yıkım paketini kapı kapı, mahalle mahalle, işyeri işyeri anlatmak. Televizyonlar, gazeteler ellerinde olabilir. Ama sözümüz var; elimizde gerçeğin bilgisi var. Sonuç ne olursa olsun bugün doğru politika, yıkımı öngörmek ve anlatmak; deyim yerindeyse “biz demiştik” için toplum içinde kararlı bir iradeyi görünürleştirmek zamanıdır. Bunu yapmalıyız.
Neler yapılabileceğini, strateji önerilerimi son birkaç yazıda aktardım. Bugün bir başka yerden konuya yaklaşalım. Karşı tarafın, yıkım ekibinin tezleriyle bu anayasa teklifini tartışalım.
Soruyoruz; “niye böyle bir anayasayı savunuyorsunuz?”. Hep aynı, kaçamak, sahiplenmeyen yanıtlar. Yine de 5 temel-değişmeyen iddiaları var. Madde madde bu iddiaların gerçekdışı karakterini açalım; komşumuza, akrabamıza, işyerinde arkadaşımıza; kararsızlara gerçeğin bilgisini sunalım. Karşı tarafın iddialarını çürüte çürüte kazanalım.
"Bu Teklif Geçerse Çiftbaşlılık Ortadan Kalkacak"
Hayır kalkmayacak. Önce şunu soralım. AKP 15 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor. 2007’den beri Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı bu partiden. Bu 15 yılda mevcut parlamenter sistemde hangi karar alınamadı, hangi yasa geçirilemedi, hangi düzenlemeye ortak imza atılamadı bu parti üyeleri tarafından? Ortada şikayet edilen bir çiftbaşlılık varsa belli ki aynı parti içine dönük de bir eleştiridir. Peki kimden kaynaklıdır? Bakalım.
Çiftbaşlılık sözünü ilk kez dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 29 Ekim 2012’de Birinci Meclis’ten Anıtkabir’e yürüyecek kitleye izin verilmesi yönünde müdahalede bulunduğu haberleri sonrasında duyduk. Dönemin başbakanı Erdoğan bunun üzerine “devlette çiftbaşlılık olmaz” dedi. Kastettiği, “benim kararımın üstüne karar veremezsin”di.
Çiftbaşlılık sözünü bu kez Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilince yeniden duymaya başladık. Önce Davutoğlu döneminde, başbakana karşı. Ve şimdi de parlamenter sistemin tasfiyesi için.
Sonuç olarak Erdoğan başbakanken kendi partisinden cumhurbaşkanını; cumhurbaşkanıyken de kendi partisinden başbakanı çiftbaşlılığa yol açmakla itham etti. Özetle çiftbaşlılık tarif edilirken kriter Cumhurbaşkanlığı ya da Başbakanlık değil, Erdoğan’ın durduğu yerdi. Çiftbaşlılık değil, Erdoğan çizgisinden bir milim bile sapma ihtimali olan AKP’li kimliğidir ortadan kaldırılan. Özetle sistem Erdoğan’ın bulunduğu yere uyarlanmakta. Rejim kişiye göre değiştirilmekte. Ve öyleyse başkanlık, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık değil mesele. Sistemin adını gücün kaydırıldığı konum değil, kişi belirliyor.
Peki diyelim ki bu değişiklik referandumdan geçti. Çiftbaşlılık gerçekten kalkacak mı? Hayır, kalkmayacak.
Şöyle düşünelim. Başkan hem partisinin başı, hem yürütmenin başı hem de devletin başı olacak. Örneğin başkanın partisinin taşradaki ilçe başkanıyla başkanın temsilcisi olarak kaymakam arasında; illerde parti il başkanıyla valiler arasında açık bir çiftbaşlılık yaşanacak. Başkan her ikisinin de (hem partinin hem de devletin) başkanı sıfatıyla hareket edecek. Çok büyük ihtimalle bu ikisi arasında, merkezi idarenin dışında kalan yerlerde güç-nüfuz mücadelesi yaşanacak. Çiftbaşlılık bu sistemle bırakın kaldırılmayı; varolduğu iddia edilen merkezden tüm ülkeye kaydırılacak.
Öyleyse? Bütün devleti fiilen Saray kontrol ediyor; ortada çiftbaşlılık yok, bu bir. Bu sistem geçerse çiftbaşlılık devletle parti arasında, otorite ve hiyerarşi dayatmada, kararların alınmasında daha da belirginleşecek, bu da iki. Boş bir iddiadır.
"Bu Anayasa Geçerse İstikrar Gelecek"
Geçen hafta
“İstikrar” başlıklı yazıda anlattım. Saray bu teze dayanarak 7 Haziran’da yitirilen iktidarı 1 Kasım’da geri aldı. Seçmene bir söz verildi:
“tek parti iktidarını verin, terör bitsin; ekonomi düzelsin.” Terör bitmedi; arttı. Ekonomi düzelmedi; geçen yıla göre
“kriz var” diyenlerin oranı Kadir Has Üniversitesi’nin yıllık araştırmasının sonuçlarına göre yüzde 53’ten yüzde 71.5’e çıktı. Öyleyse
“bu paket geçerse ve ülkenin bütün yetkileri Saray’a devredilirse istikrar gelir” argümanı temelsizdir; altı boş bir propagandadır. Anlatılmalıdır.
Kastedilen “siyasi istikrar”sa; bu da gelmeyecektir. Türkiye’de 15 yıldır tek parti iktidarı var; yani “siyasi istikrar”dan anladıkları şey. Ve şimdi bir anayasa paketi getiriyorlar ve ülkenin bütün sorunlarını bu değişikliğin çözeceğini söylüyorlar. İyi de bütün bu sorunlar hangi dönemin ürünü? Ağırlıkla, derinleşerek son 15 yılın; yani tek parti iktidarının. Bize 15 yıldır “siyasi istikrar” diye övdükleri dönemin yarattığı sorunları çözmek için tek kişi yönetimi öneriyorlar. Peki ya yarın ülke daha da kötüye giderse? “Kandırıldık, parlamenter sistem daha iyiymiş” demeyeceklerini garanti edebiliyorsanız, bu anlamda bir söz istikrarının altına imza atabiliyorsanız birlikte Evet diyelim. Şaka elbette, diyemezler.
İstikrar sadece kaç kişinin yönettiğiyle değil; nasıl yönettiğiyle de, ülke meselelerinin hangi yöntemlerle çözüldüğüyle de ilgili bir olgudur. “Ülkenin derinleşen sorunlarına çözüm olarak ne sunuyorsunuz?” sorumuza verebildikleri tek yanıt “tek kişiye bütün gücü devretmek”ten ibaret. Tarih bunun siyasi istikrar değil, istikrarsızlık getirdiğini gösteren örneklerle doludur. “Siyasi istikrar” kaç kişinin yönettiğiyle ilgili değildir; 15 yıllık “siyasi istikrar” devrinin sonunda “işsizlik neden artıyor, neden ekonomide, tarımda daha da dışa bağımlı hale geldik; terör-şiddet artıyor; nasıl çözülecek?” sorularına hamasetten uzak, gerçekçi yanıtlar var mı? 15 yıllık siyasi istikrar bugün bizi buraya getirdiyse, şimdi rejim değişikliğiyle gelecek “siyasi istikrar” nasıl olacak? Siyasi istikrarın güvencesi demokrasidir; diktatörlük değil.
Ama diyelim ki demokrasiden uzaklaşmayı aklınıza koydunuz; güncel bir çalışmadan söz edelim. Otoriter rejimleri parlamenter sistem ve başkanlık sistemi temelinde karşılaştıran yeni bir araştırmaya göre; parlamenter sistemde işgören otoriter rejimlerin ortalama ömrü, başkanlık/tek adamlık sisteminde işgören otoriter rejimlere göre daha uzun.[1] Nedeni açık: parlamentonun iyi kötü işlediği otoriter sistemlerde ara mekanizmaların hala açık olduğu görüntüsü bir tampon, yumuşatıcı işlevi görüyor. Oysa ara mekanizmaların, sınırlı da olsa demokratik siyaset ve söz kanallarının tamamen tek kişi lehine kapatıldığı despotik rejimlerde bu tampon/yumuşatıcı ortadan kalkıyor ve kutuplaşma; siyasal kavga normal yollardan akacak mecraların tasfiyesi nedeniyle derinleşiyor, şiddetleniyor. Bilim, otoriter rejimler arasında bu ayrımı net koyuyor. Bugün “siyasi istikrar” diyen bir Adalet ve Kalkınma Partisi üyesinin de partisine yapacağı en büyük iyilik; bu anayasa değişikliğine Hayır demesidir.
"Başkanlık Gelince Koalisyonlar Bitecek"
Hayır bitmeyecek. Anayasa paketinin Meclis’ten geçirilme şekline bakın; orada bile bir koalisyon göreceksiniz. Sadece koalisyonların kurulma şekli değişiyor. Eskiden demokratik yollardan, parlamenter sistem aracılığıyla kurulan koalisyonlar şimdi halktan kaçırılarak, yukarıdan, devlet içinden, Meclis’in ve yargının denetiminden, şeffaflıktan uzak şekilde kurulacak. MHP yönetimi zaten böyle bir koalisyonun içinde yer alarak parlamentonun siyasetin ana mecrası olması özelliğini ortadan kaldırdı; anayasa sürecinin başından beri AKP iktidar partisi olarak, MHP muhalefet partisi olarak yeni rejimi parlamentosuzlaştırdı.
Şimdi Başbakan Binali Yıldırım “MHP’li bakan atanabilir” diyor; AKP MKYK üyesi Ayhan Ogan da “4-5 MHP’li bakan olabilir” diyor.
Öyleyse soralım: Hani başkanlığa geçince koalisyonlar bitecekti? Madem koalisyon kurmayı sürdüreceksiniz, öyleyse neden parlamenter sistemi tasfiye ediyorsunuz? Madem koalisyon kurabiliyorsunuz; 7 Haziran’dan sonra neden kurmadınız? Neden ülkeyi yeniden ve yeniden, sürekli sandığa taşıyorsunuz?
“Başkanlık gelince koalisyonlar bitecek” tezi, daha başkanlığa geçmeden çökmüştür; hem de kendi ifadeleriyle. Başkanlık gelince bitecek olan koalisyonlar değildir; asıl yenilik, bu şeffaf olmayan ittifak ve koalisyonların her türlü yasama ve yargı denetiminden kaçırılacak olmasıdır. Koalisyonlar bitmeyecek, denetimsizce devlet içine taşınacak.
"Ülke Zor Dönemeçte, Bu Sistem Hızlı Karar Alınmasını Sağlar"
Dedik ki iyi bir yönetimin kriteri kaç kişinin yönettiği değil, nasıl yönettiğidir. Devlet işlerinde acele, tartılmadan alınan hızlı kararların ülkeyi nereye getirdiğini hatırlayalım. Bir gün “NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedikten sonra ertesi gün Libya’ya dönük NATO operasyonunun Türkiye’den yönetilmesine izin verdiğimizi; Rus uçağını aceleyle düşürüp “özür dilemeyiz” dedikten sonra bugün yaşananları; Suriye’de pay kapacağız derken Moskova masasında “seküler, demokratik, çoğulcu Suriye Cumhuriyeti” ifadesiyle Esad’ı yeniden tanımak zorunda kaldığımızı.“Ben bu davanın savcısıyım” sözleriyle tasfiye davaları yürütürken bugün ülke güvenliğine en büyük tehdidin Gülenci yapılanma olduğunu söyleme çizgisine gelişi de buraya ekleyelim.
Örneklerden bir kitap çıkarabiliriz; ama meselemiz anlaşılmış olmalı. Devlet yönetiminde hız her zaman iyi değildir. Sürat felakettir. Trafikte de öyle değil mi? Bir arabanın 200 km hız yapabilmesi mümkündür; fakat ya arabanın frenleri patladıysa? Mesele ne kadar hız yapabildiğin değil; frenleri sağlamlaştırmak. Bu sistem frenleri patlatıyor. Türkiye yokuş aşağı freni patlamış bir otobüs olmasın diye Hayır diyoruz. Meclis’i, yargıyı, yani tek kişinin aşırı gücünü dengeleyecek bütün fren-denge mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı bir sisteme karşı çıkıyoruz.
Kaldı ki kararların parlamenter sistemde ve koalisyon hükümetlerinde hızlı alınamadığı saptaması gerçekçi değildir. Örnek verelim; Türkiye 2000-2002 arasında ekonomik kriz nedeniyle; 2016-2017 arasında da darbe girişimi ve terör tehdidiyle olağanüstü bir yasama süreci yaşadı. Meclis’ten derlediğim sonuçlara göre; 1 Kasım 2000 ile 21 Ocak 2002 tarihleri arasında çokpartili Meclis, üç partili koalisyon hükümeti toplam 150 kanun onayladı. 1 Kasım 2015 (yani AKP’nin yeniden tek başına iktidar olduğu tarih) ile 21 Ocak 2017 (sabaha karşı, Meclis’i feshedecek anayasa paketinin onaylandığı gün) arasında tek parti iktidarı 118 kanun onayladı. Koalisyon döneminde, aynı gün aralıklarında AKP’nin tek parti devrinden daha fazla kanun Meclis’ten geçirilebildi.
Peki, AKP iktidarının hızlı karar alamadığı anlamına mı geliyor bu? Hayır. Meclis’i adım adım torba yasa yöntemiyle etkisizleştirdiler. Akademisyen Evren Haspolat’ın çalışmasının da gösterdiği gibi 22. Dönemde torba yöntemle geçirilen yasa maddelerinin toplam içindeki oranı yüzde 15.8’di; 23. Dönemde bu oran yüzde 26.8’e ve 24. Dönemde de sıçrayarak yüzde 57.5’e yükseldi.[2] Bu ne demek? Meclis’i normal yasama yöntemiyle yönetmeyen, adım adım istisnai yasa yapma yöntemini kurala dönüştüren bir iktidarla karşı karşıyayız ve bu sayede istediği her düzenlemeyi “hızlı”ca yaptı.
Önlerinde hızlarını kesen bir Meclis olduğu iddiası tarihsel bir yalandır. Hangi yasal düzenleme geçirilememiştir bugüne kadar? Gece yarısı torba kanunların içine hangi hukuksuz düzenleme iliştirilememiştir? Kaldı ki son OHAL süreciyle birlikte artık kanun hükmünde kararname yöntemi de yürütmenin yasamanın alanını daraltması sürecini tamamladı. Getirilen paket, bu sürecin son aşaması. Ülkenin tamamen tek kişinin kararnameleriyle yönetilmesi rejimine geçiyoruz. Egemenlik “milletin”di ve kullanımı hiçbir kişiye devredilemezdi, öyle değil mi?
"İkinci İstiklal Savaşı Veriyoruz, Bu Sistemle Kazanırız"
Hayır; kazanamayız. İstiklal Savaşı’nı çaresiz Saray karşısında Ankara’da egemenliği millete veren bir Meclis açarak, Meclis’i güçlendirerek kazandık; şimdi getirilen rejim Meclis’i yeniden zayıflatıp egemenliği yeniden Saray’a kaydırıyor.
Hayır; kazanamayız. Biz Kurtuluş Savaşı’nı Mustafa Kemal’lerin, İsmet İnönü’lerin askeri ve siyasi önderliğiyle kazandık. Bu iktidar rejim değiştirirken müfredattan İsmet İnönü’yü, “Milli Mücadele ve Kazanımlar” bölümünden Mustafa Kemal’i çıkarıyor. Mustafa Kemal’i; İsmet İnönü’yü unutturan, Meclis’i zayıflatıp Saray’ı güçlendiren bir savaşın adı İkinci İstiklal Savaşı değil, İstiklal Savaşı’na karşı savaştır.
Hayır, kazanamayız. Çünkü adı üstünde, İstiklal Savaşı, bağımsızlık savaşı. Bizse bugün 15 yılın sonunda buğdaydan samana kadar dışa bağımlıyız. Ekonomide halkçı-kamucu, siyasette laik-demokratik cumhuriyet programına geçmeden de İkinci İstiklal Savaşı’ndan galip çıkamayız.
Referandum sürecinin en büyük siyasi kazanımı da, bunu anlatmak, görünürleştirmek ve bir iktidar ihtimaline dönüştürmektir. Mümkündür. Sadece sayısal değil, siyasal kazanımın da ölçüsü budur.