Öncelikle çok sık yaptığımız bir yanılgıya dikkat çekerek başlamak istiyorum. Siyaset; fikrini beyan etmek değil, fikrini örgütlemek işidir. Biz, artık başlangıcını unuttuğum bir zamandan beri siyaseti yalnızca “basın açıklamaları” ile sürdürüyoruz. Ne demek bu? Yani kamuoyuna (ulaşıp ulaşmadığını bilmediğimiz bir yöntemle) sadece fikrimizi söylüyoruz. “Biz şu konuda bunu düşünüyoruz” diyoruz. Bunun dönüştürücü, ikna edici, örgütleyici bir etkisi olmadığını görmeliyiz artık.
Bir “Hayır” kampanyası yapmaktan bahsediyoruz. Eğer bahsettiğimiz zaten hayır diyeceklerin “biz hayır diyeceğiz” ilanı ise, bu siyaset değil, bir siyasi sonucu da yok. “Hayır” taraftarlarının birbiriyle iletişim kurması, ortak ve daha güçlü bir “hayır” sesi yükseltmeleri ise, belki anlamlı ama siyasi dengeyi değiştirici bir etki yaratmayacağı açık. Sonuçta referandum bir matematiğe dayanıyor. %51 ne derse, sonucu o belirleyecek. (Referandumun mantığına, onun anti özgürlükçü muhtevasına ilişkin eleştirimizi baki tutalım elbette. Elbette özgürlükler matematik hesabıyla kazanılmaz. Elbette çoğunluğun kararı çoğu zaman “en doğru” anlamına gelmez. Elbette özgürlük en az, en aykırı, en farklı olanın özgürlüğüdür. Ama mevcut durumda oyunu kabul etmiş gibi görünüyoruz. O halde bu oyunu kuralları bilerek oynamalı.)
Dengeyi “hayır” lehine değiştirmek, “hayır” cephesini genişletmek için; “evet” demesi muhtemel ya da kararsız kitleler ile bağ kurup onların bir bölümünü “hayır” demenin daha “hayırlı” olacağına ikna etmekten başka çare kalmıyor. Hedef kitleyi tarif etmek kuracağımız dili de belirler. Kiminle konuşuyorsak onun bildiği, anladığı bir dil ile konuşmalıyız. Bu arada tabii, onun diliyle ama ikna edici konuşmalıyız. Yani işimiz biraz zor. Çünkü biz böyle bir iletişimi bilmiyoruz.
İletişim çok karmaşık bir süreçtir. Hele iletişim kurmak istediğinizle aynı dili konuşmuyorsanız, aynı kodlarla düşünmüyorsanız. (Hele hele iletişim kurmak, bir mesaj iletmek hevesi, arzusu, iradesi sadece sizdeyse.) Bu sorunu çözmenin tek bilinen yolu, ikna etmek istediğiniz kişinin / grubun dilini ve kodlarını öğrenmek, mesajınızı bu dile çevirmek, anlaşıldığınızdan emin olmak ve cevabını anlamak için iletişimde kalmak. Kendi dil ve kodlarınızı karşı tarafa öğretmek için bile ortada birbiri ile iletişim kurabilen iki taraf olması gerekiyor.
Son seyrettiğim Arrival filmi bu konuda ilginç ve öğretici bilgiler veriyor. (Tavsiye ederim) Bunlardan birisi ünlü “kanguru” hikayesi. Sömürgeciler Avustralya’ya ilk geldiklerinde yavrusunu kesesinde taşıyan ve zıplayarak yürüyen bir hayvan görürler. Aborijinlere “bu nedir?” diye sorarlar, onlar da “kanguru” derler. Oysa “kanguru” Aborijin dilinde ‘anlamadım’ demektir. Bu hikaye bile aslında iletişim kazası dediğimiz şeyin ne kadar köklü, zamana yayılan ve belki de iletişimi imkansızlaştıran sonuçlar doğurduğu.
Başka bir açıdan yaklaşalım: Aşağıladığınız, “kaba, cahil, kavrayışsız” bulduğunuz ve bunu yüzüne söylediğiniz bir kimseyle iletişim kurma çabanız imkansızdır. “Medeniyet götürme” misyonu ile iletişim kurduğunuz özne; muhtemelen söylediklerinizi anlamayacak, anlamadığı soruya cevap vermeyecek, belki de düşmanca bulduğu tavrınıza karşı iletişimi kesecektir. (Gözünüzün önüne Karagöz - Hacivat diyaloglarını getirin. Her temsilin sonunda Karagöz Hacivat’ı bir güzel pataklar; Hacivat da “yıktın perdeyi eyledin viran” diye bitirir.)
Başka bir örneği kendi yaşamımdan vereyim: Uzun zaman önce sağcı bir tanıdığımla kurduğumuz diyalog, bir yere kadar geliyor; ama sonra tıkanıyor, birbirimizi hiç anlamadığımız bir kısır döngüye giriyordu. Tanıdığın anlamakta zorlandığım cümlesi şuydu: “Ben biliyorum ihtilal nedir? İhtilal dediğiniz şey olduğunda halk özgür mü olacak sanıyorsunuz?” Bir türlü ikna olmuyordu. Sonunda kilidi çözdüm. Söylediğine göre hayatında bir kaç “ihtilal” görmüştü. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül vs… Hepsi için de toplumda kabul görmüş kelime “ihtilal” idi. Ben, “ama biz onlara “ihtilal değil, darbe diyoruz. İkisi çok farklı bizce. Bize göre ihtilali askerler değil, emekçi kitleler yapar.” dediğimde birbirimizi anlamanın yolu biraz olsun açılmıştı. İhtilalin silahla iktidara el koymaktan ibaret olmadığını, daha büyük ve toplumsal bir dönüşüm olduğunu anlatmak zaman aldı. O zamana kadar sağcıların bizim kastımızı bildiklerini ve bunun üzerinden itiraz ettiklerini sanıyordum. Bu diyalog bana kullandığımız kelimelerin bile her iki taraf için aynı anlama gelip gelmediğini test etmemiz gerektiği öğretmişti.
Dil bilmek önemli. Böylece mesajımızı iletebilmek, muhtemel sorulara cevap verebilmek ve ikna edebilmek için bir kapı aralayabileceğiz.
Peki hatırlayalım; kimi, neye ikna etmemiz gerekiyor? (Zaten “hayır” diyecek olanlara yönelik; konsolide etme, kuvvetlendirme, itirazı canlı tutma amacıyla yapılacak propaganda faaliyeti ayrı olmak kaydıyla…) Esas olarak; “evet” deme ihtimali olan ama gidişattan rahatsız, kutuplaşma girdabına henüz girmemiş, kararsız, belki de sandığa gitmeyecek olan yurttaşların “hayır” demesini istiyoruz. Konumuz bu. Aradaki farkı aşabilmek için de güçlü bir iletişim faaliyeti olmalı.
İnsanlar değişik şekillerde ikna olabilirler: 1- Düşüncede köklü bir değişim ile, taraf değiştirme şeklinde. 2- Taraf değiştirmeden ama kendi tarafına dair eleştirisini oya yansıtarak, kendi tarafına mesaj vermek için.
Bu kadar kısa bir zaman diliminde karşı cenahtan büyük kopuşlar bekliyor muyuz? Hayır, tabii ki. O zaman geriye “evet” demenin olası sonuçlarını bir sağcının anlayacağı ve ikna olacağı bir dille anlatmak kalıyor. Burada düşülebilecek tuzak popülizm tuzağı. Bir muhafazakarmış ya da ülkücü imiş gibi yapma müptezelliğine düşmeden yapmak gerekiyor bunu. Hem samimiyetsiz olduğu için ikna edici olmayacaktır hem de böyle bir dil "ikna edeyim" derken karşı tarafın argümanlarını desteklediği için o tarafı büyütür.
Yazdığım şeyler neredeyse imkansız bir çerçeve sunuyor değil mi? Gerçekten de kolay olmayacak. Ezberlerle olacak bir iş değil bir kere. Diyaloga girmek, anlamaya çalışmak, samimiyet ve sabırla anlatmak gerekiyor. Dikkat edilmesi gereken en temel husus “kutuplaştırıcı” dilden zinhar uzak durmak. Çünkü bu dil kesinlikle iktidara yarayacaktır. O bu konuda hem daha maharetli hem teçhizatlı. Bu alanda ilerlemek mümkün değil. Önce de söylediğim gibi “kutuplaşma girdabına kapılmamış” olduğunu varsaydığımız insanlara, onların kulaklarındaki zayıf duvarı yıkan, kutuplaşmaya ve daha da uzaklaşmaya hizmet etmeyen bir dille konuşmalıyız.
Bu yazının konusu aslında iletişim diline dikkat çekmek. Yani kampanyanın argümanları belki başka bir yazının konusudur. Ama bir girizgah anlamında aklıma gelen ilk bir kaç argümanı sıralamakta fayda olabilir.
1- AKP seçmeninin oy verirken en çok etkilendiği “istikrar” argümanı, tam da mevcut iktidarın uygulamaları nedeniyle berhava oldu. Artan işsizlik, batan ekonomi, dış politikadaki büyük fiyasko, dünyadan yalıtılmışlık, darbeye ortam hazırlayan savaş politikaları ve patlayan bombalar bu iktidarın üzerini örtmekte zorlandığı gerçekler. Ve bunlar orta sınıf AKP seçmenini en çok rahatsız eden şeyler.
2- “Barış süreci”ndeki argümanların 180 derece tersi bir dile dönüş, milliyetçi bazı oyları çekse de aslında bir çok AKP seçmenini tedirgin ediyor. Çünkü birlikte yaşam, barış ve huzur, milliyetçi - ırkçı bir dille zehirlenmemişse her yurttaşın arzusudur. Yaşadığımız “terör” olaylarının ve herkesin içten içe sezinlediği iç savaş ihtimalinin siyasi sorumluluğu iktidardadır. Hükümetler bir şekilde barışın yolunu açabilir, açmalıdır. Asli görev iktidarındır. Bu dil, daha önceki süreçte ikna olmuş AKP seçmenini yeniden etkileme olasılığı yüksek bir dildir.
3- “Tek Adam” projesi Wilhelm Reich’ın “Dinle Küçük Adam” kitabında tarif ettiği insan tipine sesleniyor. Onun gönlünü çeliyor. Kısa zamanda baş edilmesi de imkansız bir ilişki bu. Ama bu çekim alanına girmemiş, iktidarla ilişkisini daha pragmatik nedenler için (yatırımlar, sosyal yardımlar, hizmetler vb.) kurmuş insanlar ile “tek adamlığın” korkunç sonuçları üzerine bir ilişki kurulabilir gibime geliyor.
Bütün bu söylediklerim ilişkimiz olmayan, bugüne kadar böyle bir ilişki kurmadığımız insanlarla sıfırdan ilişki kurmayı öneren bir çerçeve sunuyor. Dolayısıyla kolayca reddedilebilir. Ezberlerimiz ve basın açıklamalarımıza dönebiliriz. “Hayır”ımızı ilan eder ve görevimizi yapmış olmanın huzuruyla gelecek sonucu karşılarız. Ama umarım böyle olmaz ve bu fikirler tartışılmaya değer bulunur.