Türkiye’nin siyasal rejimini değiştirecek, 100 yıllık Saray’dan Meclis’e/halka doğru egemenliğin kaydırılması geleneğini tersine çevirecek; egemenliğin kullanımını tek kişinin iradesine teslim edecek anayasa paketi Meclis’te görüşülüyor.

 
Bir Meclis, kendi eliyle kendisini ortadan kaldırmayı oyluyor; işin özü budur.
 
Bir başbakana başbakanlığı, Meclis’teki AKP-MHP vekillerine Meclis’i, bir genel başkana da partisini tasfiye ettiriyorlar. Tarihe bir yönüyle de böyle geçecek. Elbette paket geçerse.
 
Anayasa’nın siyasal açıdan ne getirdiğini daha önce anlattık; bugün bir başka meseleye bakalım.
 
Yeni bir durum söz konusu.
 
Türkiye iktidarıyla muhalefetiyle bir noktada ilk kez uzlaşıyor: Türkiye kötüye gidiyor; ülke yokuş aşağı sürükleniyor.
 
Muhalefet bunu yıllardır söylüyor; ama iktidar için bu yeni bir durum. Bu yeni durumu devletin başı sıfatıyla Erdoğan’ın ağzından neredeyse her gün ilan ediyorlar. Erdoğan durumun kötülüğünü anlatmak için “ben gidersem devlet çöker” diyor; “yeni bir İstiklal Savaşı veriyoruz” cümlesini genellikle “önümüze Sevr gelir” ile tamamlıyor.
 
Özetle 14 yıllık iktidar sahipleri, 14 yılın sonunda ülkenin yeniden geldiği yerin Sevr, yeni bir Kurtuluş Savaşı ve “devletin çöküşü” olduğunu açıklıyor.
 
100 yıl önce Türkiye bu şartlarla karşı karşıya geldiğinde Ankara’da kongrelerin iradelerini birleştirmiş, bir Millet Meclisi açmış ve Kurtuluş Savaşı’nı egemenliğin millete geçmesini sağlayacak kurucu devrimlerle kazanmıştı. Meclis güçlendirilmiş; Meclis Hükümeti sistemiyle yasama organı savaş şartlarında bile en ayrıcalıklı organ haline getirilmiş; yürütme üstünde kuvvet kazanmıştı. Tarihsel örnekti. Şimdi iktidar bir yandan Sevr, Kurtuluş Savaşı şartlarına döndüğümüzü söylüyor; diğer yandan ülkeyi Sevr’den çıkaran Kurtuluş Savaşı’nın siyasal örgütlenmesini, Meclis’i tasfiye ediyor. Egemenliği yeniden tek kişiye, yeniden Saray’a aktaracak bir tasfiye planını oyluyor.

İktidar bunu nasıl haklılaştırıyor?
 
Özetleyelim: “ülke kötüye gidiyor; buradan çıkış için istikrarlı bir yönetim, güçlü bir yürütmeye ihtiyaç var”. Yani buradan çıkış için anahtar sözcükleri yine “istikrar”. “İstikrar”a kavuşmamız için bütün yetkiyi tek kişiye devretmemiz gerektiğini ifade ediyorlar. Meclis’i Saray’ın bir odasına dönüştüren, yargıyı tekelleştiren, kuvvetleri tekleştiren, ülkeyi kararnamelerle yönetecek bir tek adam rejiminin istikrarın güvencesi olduğunu belirtiyorlar.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan anayasa değişikliği “şahsımla ilgili bir mesele değil” dese de, durum böyle görünmüyor. Başbakan Yardımcısı Canikli’nin hafta içi yaptığı “Türkiye'nin bundan sonraki dönemlerinde her zaman güçlü bir lider, bir Recep Tayyip Erdoğan'ı bu toplumun oluşturma garantisi yok. O zaman bunu sistemle garanti altına almaya çalışacağız" açıklaması durumu özetliyor.
 
Ülke kötüye gidiyor; ekonomi başaşağı; terör ve güvensizlik ortamı yayılıyor. Şartların daha da kötüleşmesi karşısında bir dikta modeli dışında seçenekleri yok; bunu görüyoruz.
 
Ya Seçmen Tabanı?
 
Gelelim seçmenlere. Anketlerde bu anayasa görünümlü rejim değişikliği paketine karşı gelenlerin oranı, “evet” diyenlerin üstünde, şimdilik. Ama biliyoruz ki asıl ağırlıklı “evet” seçmeni ne CHP’de, ne MHP’de ne de HDP’de. Elbette kırılmalar, çatlaklar olsa da pakete en fazla destek AKP tabanında.
 
Peki neden? Kabaca özetlersek; AKP’nin iki tür seçmen tabanı var: birinci seçmen kitlesi ideolojik-politik; ikinci seçmen kitlesi öncelikle ekonomi-politik gözüyle bu partiye bakıyor. Birinci seçmen kitlesini dönüştürmek, kazanmak mümkün değil, net Siyasal İslamcı. İkinci kitle ise AKP hizmet yaptı, yol yaptı, istikrar geldi; istikrarsızlıktansa AKP iyidir” diyen seçmenlerden oluşuyor. AKP bu ikinci kitleyi yıllar içinde adım adım birinciye, yani İslamcı politik gündemine doğru çekmeye, dönüştürmeye çalıştı; kısmen de başarılı oldu. Ancak hala bu ikinci kitlede AKP’nin İslamcı olması değil, “istikrar” olması, “istikrar”ı temsil etmesi, “kötünün iyisi” olması belirleyici.
 
Öyleyse şunu söylemek mümkün: Bu ikinci grup açısından paketin demokrasi ya da diktatörlük getirmesi ana mesele değil. Yani “halk bilmiyor, dikta geliyor” tezi anlamsız. Bu kesim hayatının daha iyiye gideceğine inanırsa diktatörlüğe de meyledebilir; demokrasiye de. Moda deyimle “demokrasi de bir araç, diktatörlük de”. Ne için? “İstikrar”lı, öngörülebilir bir yaşam için.
 
Öyleyse kampanyanın sadece “demokrasi-diktatörlük” zıtlığına sıkıştırılmasının bu kesimde büyük bir karşılığı olmayacak. Bu biçim; mesele “öz”de.
 
Peki ya “istikrar” meselesi?
 
Hatırlıyoruz: AKP 7 Haziran 2015’te tek başına hükümet kurma çoğunluğunu yitirdiğinde ülkeyi 1 Kasım seçimlerine sürükledi. O arada neler yaşandığını biliyoruz. Bir yandan Kürt meselesinde yeniden çatışma-terör evresinin başlaması/masanın devrilmesi; diğer yandan “koalisyon kurulamıyor” senaryosuyla birlikte AKP “görüyorsunuz, tek parti istikrarı gitti, kaos geldi” şeklinde özetlenebilecek bir terbiye edici kampanya kurdu; yeni ittifaklarıyla birlikte yüzde 50 oyla yeniden tek başına iktidar oldu.
 
Şu anda yaşadıklarımız 1 Kasım 2015’te “istikrar” vaadiyle oy almış, 7 Haziran’da kendisinden kaçan seçmenleri yeniden bu vaadle kazanmış bir iktidardan bağımsız değil.
 
Bugün de diyorlar ki “bu anayasa geçerse istikrar gelecek”. 1 Kasım 2015’te de “istikrar” vaad eden iktidar bunu başardı mı?
 
1 Kasım ve “İstikrar” Vaadi
 
İstikrar’dan ne anladığımıza bağlı.
 
Türk Dil Kurumu sözlüğünde “istikrar” için “aynı kararda, biçimde sürme” tanımı yapılıyor. İktidarın 1 Kasım 2015’ten sonra ülkeye kazandırdıkları neler; “istikrar” gelmiş mi? Ve bunun “aynı kararda, biçimde sürme”sini halk istiyor mu? Anahtar soru bu. Yanıtlayalım.
 
1 Kasım 2015’ten sonrasını, bütün olarak 2016 yılını alalım. “Aynı kararda, biçimde sürme”sini vaad ettikleri nedir, görelim.
 
Türkiye’de 2015 yılında 5 intihar saldırısı yaşanmıştı; bu sayı 2016’da 22’ye çıktı. Terör saldırılarında yitirdiğimiz insan sayısı 342 oldu. Yurtiçinde ve yurtdışında şehit sayısı 2015’in üstüne çıktı. Türkiye 2016’da daha güvensiz, sokağa çıkmanın yurttaşlarda daha fazla tedirginlik yarattığı bir ülke haline geldi. Terör bitmedi; “verin iktidarı, şehit cenazesi gelmeyecek” denmişti; şehit sayısı 2015’in üstüne çıktı.
 
İş cinayetlerinde 2015 yılında 1730 işçi yaşamını yitirmişti; bu sayı 2016’da 1970’e çıktı. İş kazalarında hayatını kaybedenlerin oranı %14 arttı.
 
2015’te erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 303’tü; 2016’da kadın cinayetleri sayısı da yükseldi. 2016’da 328 kadın cinayete kurban gitti. Kadın cinayetleri 2016’da bir önceki yıla oranla %8 arttı.
 
Özetle; darbe girişimi, terör; yerinden edilme/zorunlu göç, şiddet ve sömürü ilişkileri açısından 2016, 2015’ten daha kötü oldu. İktidarın “tek partiyi geri getirin, istikrar yeniden gelsin” vaadi bu alanda tutmadı. Asıl, kötüye gidiş “istikrar” kazandı.

Ya Ekonomi?
 
Ekonomiye bakalım.
 
1 Kasım 2015 seçimlerinin hemen ardından bir ABD Doları 2.82 TL’ydi. Bu hafta içi 3.94’ü gördü; şimdilik 3.80’in altına geriledi. Son kur verisine göre Türk Lirası 1 Kasım seçimlerinden sonra yabancı para birimleri karşısında ortalama %35 ile %40 arasında değer kaybetti. Paramız son bir yılda değersizleşti; adı konulmayan “devalüasyon” dinamiği yaklaşan kriz dinamikleriyle birleşti.
 
1 Kasım seçimlerinin hemen ardından asgari ücret 1300 TL yapılmıştı. Bu parayla bir işçi o günkü kura göre 461 dolar alabilmekteydi. 2017 için asgari ücret 1404 TL oldu; 104 liralık zamma rağmen bugün bir işçinin eline geçen para mevcut kurda 369 ABD Doları. Gıdadan hayvancılığa, akaryakıttan ısınmaya her konuda ithalata bağımlı hale getirilmiş bir ülkede dolar yükseldi, TL değersizleşti; hayat pahalılığı arttı; özetle alım gücü düştü. Son bir yılda asgari ücretlinin alım gücü %22 oranında geriledi.
 
Kasım 2015’te benzinin litre fiyatı 4.37 TL’ydi; Aralık 2016 ve Ocak 2017’de toplam 5 kez zam yapıldı; son olarak dün gece yapılan zamla birlikte benzinin litre fiyatı 5.39 TL’ye çıktı. Son bir yılda benzin fiyatı %23 oranında arttı. Benzindeki zam, sadece otomobil sahiplerine değil; hayatın her alanına pahalılık olarak yansıdı.
 
TOBB verilerine göre 2016 sonunda kapanan şirket sayısı, 2015 yılına göre %52 oranında artarken bu artış yeni açılan şirket sayısında %3’te kaldı. Yani kapanan her 17 işletmeye karşılık sadece 1 yeni işletme açıldı. Gerçek kişi ticari işletme sayısında durum daha da vahimleşti. 2016’da kapanan gerçek kişi ticari işletme sayısı 2015’e göre %83 arttı.
 
Hayat pahalılığı her alana yansıdı. Son bir yılda kırmızı et fiyatları %46 arttı; etin zaten yanına yaklaşamayan halkımızın en büyük gıda desteği olan kuru bakliyatta ise yerli üretimin bitirilmesi, ithalata bağımlılık ve Türk lirasının değersizleşmesi sonucunda zam rekorları kırıldı. 2016 sonunda nohut %90, mercimek %49 oranında daha pahalı hale geldi; kuru fasulyenin fiyatı ikiye katlandı.
 
Hepsi “yeniden tek parti iktidarını verin, istikrar gelsin” denilen 2016’da oldu.
 
Bitmedi. 2016 sonuna gelindiğinde, istatistik hesaplama yöntemlerinde yapılan oynamalar bile bir gerçeği örtmeye yetmedi. Türkiye ekonomisi 2016 yılında son 7 yılda ilk kez olmak üzere küçüldü. Üretim daraldı; ekonomik durgunluk aşağı doğru bir grafikle yerleşmeye başladı.
 
Turizm sektörü de bu daralmadan ve güvensizlik ortamından payını fazlasıyla aldı. Türkiye'ye gelen turist sayısı 2016'da son 22 yılın en düşük seviyesine geriledi. Sektörde iflaslar ve işten çıkarmalar başladı
 
İşsizlik oranları da “istikrar” denilen “tek parti iktidarı”na geri dönüldüğünde arttı. 2016 sonuna gelindiğinde işsizlik oranı bir önceki yıla göre %1.2 oranında artışla %11.3’e çıktı. Gerçek durum hesaplama yöntemiyle gizlense de, bunun çok daha ötesinde.
 
Genç nüfusta işsizlik oranı çok daha fazla arttı; Bir yıl öncesine göre 15-24 yaş arası genç nüfusta işsizlik oranı %1.6 oranında yükselerek %19.9’a çıktı. Yine “resmi” rakamlara göre.
 
Türkiye bu süreçte genç işsizliğinde dünya altıncılığına yerleşti.
 
Özetle, iktidar 1 Kasım’da “istikrar” için oy istemişti ve bir yılın sonunda tablo tersini gösteriyor. Anayasa ile rejim değiştirilirse “istikrar” geleceğinin garantisi kim peki?
 
Halkımıza anlatılmalıdır. Ne diyordu TDK tanımı istikrar için: “kararlı, aynı biçimde sürme”.
 
Bunu mu istiyoruz? Şu tablo mu “kararlı, aynı biçimde sürsün”?
 
Türkiye’nin sorunu böyle bir “istikrar” değil, kötü yönetimdir. Kötü yönetimin çaresi de kötülüğü derinleştirmek değil; buradan siyasetle, programla, halkla ülkeyi çıkartmaktır.