Cihatçı örgütlerin İstanbul’un yoksul semtlerinde küçük mescitler, minik toplantı evleri vasıtasıyla örgütlenmeye başladığına dair haberler çok uzun süre önce gündeme gelmişti. Suriye ve Irak’taki şiddet sarmalının Türkiye’de doğrudan yıkıcı yansımalarının şimdiki kadar gerçekleşmediği, Esad’ın Esed’e henüz dönüştüğü o günlerde; IŞİD bugünkü kadar sansasyonel değildi ve benzeri örgütler arasındaki ton farkları bugünkü kadar belirginleşmemişti. Nusra, Ahrar uş-Şam gibi örgütleri bu ölçüde tanımıyorduk ve bu haberler cılız etkiler yarattı -İktidarın bu konuya bakışınıysa bu yazıda konu etmeye gerek görmüyorum-.
Bugün ise, bu yoksul semtlerde düne kadar alkol içip, futbol holiganı olan, kendi çapında bitirimlik-mafyacılık oynayan insanların, ‘tövbekar’ oluş hızlarının şaşırtıcı düzeyde olduğunu görüyoruz. Aslında net bir kırılma momentinin olduğunu da sanmıyorum. Bonzaiyle neşidin, adi suçla cihatçılığın birbirine karıştığı garip bir ortam var. Youtube’da yayınlanan ve İstanbul’un kimi kenar mahallelerinde çekilen bazı videolarda da bunları görmek mümkün. Semtlerdeki gençlerle yapılan herhangi bir röportajda uyuşturucu, İslam, milliyetçilik, gayrimeşru alemi, şehitlik, tövbekarlık gibi başlıkların hepsine birden 10 dakika içinde çok doğal bir akış içinde değinildiğini görebiliyoruz.
Bu ortamdaki gençler Reina’ya gidemez (IŞİD Reina’da katliam yaptı), üniversiteyi kazanamaz (İstanbul Üniversitesi IŞİD tarafından hedef gösterildi). Bu iki adres, bu iki ‘erişelemeyen’in mutlak sembolü. İstanbul’daki herhangi bir bar değil, Reina. Herhangi bir üniversite değil, üniversite denince akılda görüntüsü ilk beliren şey, İstanbul Üniversitesi kapısı.
Örgüt eylem becerisini sembollere yöneltmede ve bu semboller üzerinden kelimelere bile ihtiyaç duymadan birden fazla mesaj iletmede gerçekten çok mahir; bugüne kadar nice örgütün, kendi tabanına bile izah edemediği, lisanını oturtamadığı nice eylemine şahit olmuşken…
Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Reina saldırısı hakkında pek çok açıdan değerlendirme yapıldı. Bu değerlendirmelerin kahir ekseriyeti, saldırının bir tür yaşam tarzına yönelik olduğu yönündeydi ve buna bir itirazım yok. Ancak bu bakışı genişletmek de mümkün olabilir. Bana kalırsa bu eylemin örgütün Türkiye’deki önceki eylemlerinin yanında en özgün niteliği, caydırıcılığın yanı sıra “insan kazanmaya yönelik propaganda” amacının yüksek olmasıydı. Yukarıda bahsettiğim semtlerdeki “erişilemeyen”e yönelen yıkıcı hissin, IŞİD tarafından istihdam edilmek istendiğini ve bu semtlerdeki şiddet/adi suç/uyuşturucu üçgeninde seyreden hayatların, örgütün iştahını kabarttığını söylemek mümkün. Örgütün askeri ve organizasyonel hacmi de bu yıkıcı iştaha cevap verecek popülist/yıkıcı/sansasyonel eylemleri gerçekleştirebilecek düzeyde. Bu noktada, bence, “cihatçı militan” adayı bir genci aklımızda canlandırmaya çalıştığımızda, gözümüzün önüne hayatını dini öğretilere göre yaşamış, Kuran’ın yasakladığı maddelerle ve eylemlerle ilgisi olmamış, ağırbaşlı ve dini öğretiler ışığında “meselelerin farkına varmış” bir figür geliyorsa, bu ezberi değiştirmemiz gerek. Bu değişime bir film yardımcı olabilir: La Haine (Protesto, 1995).
İki sene önce, “La Haine filminde izleyip duygudaşlık kurduğumuz gençleri IŞİD üniforması içinde görmeye alışmamız gerekecek,” demiştim ve bu öngörümde haklı çıktığımı gördüğümden ötürü kıvançlı değilim. 1995 yapımı, Mathieu Kassovitz imzalı filmde, Paris’in gettolarında yoksulluk içinde yaşayan üç gencin çıkışsız hayatlarını izliyoruz. Günümüzde cihatçı saldırılarla sarsılan Paris’te, eylemleri gerçekleştiren insanların biyografilerine göz atıldığında filmdeki karakterler Said, Vinz ve Hubert’e, kenar mahalle, uyuşturucu, adi suç, polis şiddeti, topluma adapte olamama gibi başlıklarla, çok yakın süreçler yaşadıklarını gözlemlemek mümkün.
Şiddet dozunun hiç düşmediği filmin bir sahnesinde gençler tesadüfen bir sanat galerisindeki açılışa giderler ve içerideki kadınlarla diyalog kurma çabaları sonuçsuz kalınca istenmediklerini fark ettikleri bu ortamı, ‘müesses nizam’ına zarar vererek, küfürler ve itiş kakışlar içinde terk ederler.
La Haine ile ilgili bu öngörümü belki artık Türkiye yapımı filmlerle de güncelleyebiliriz; Kader mi olur, Gemide mi olur ya da Çakallarla Dans ile Recep İvedik mi olur, yoruma açık. Biz, Türkiye’nin en çok gişe yapan filmi Recep İvedik üzerinden ilerleyelim.
Recep İvedik’teki kimi donelere bakıldığında, IŞİD’in yapmaya çalıştığı ve bundan sonra yapmasını olası bulduğum popülist yıkıcılığa benzer unsurlar gözlemiyorum. Serinin bütün filmlerinde benzer bir ton bulunmakla birlikte, özellikle 2. ve 3. filmlerde, ana karakter Recep, toplumun “elit” kabul edebileceği pek çok mekana gidiyor. Örneğin bir reklam ajansına, sushi lokantasına, yoga salonuna, golf oynamaya, sosyetik davetlilerin olduğu şık bir partiye, üniversitede bir derse, kütüphaneye, tiyatroya… Ve tüm bu ortamlarda mekanın dokusuna uyumsuzluğu çiğ bir zenofobi eşliğinde gözümüze sokuluyor. Recep bu uyumsuzluğu mahcup bir boyun eğmeyle geçiştirmiyor, talep ediyor, talebi karşılanmazsa mekanın müesses nizamını bozuyor. Starbucks’ta çay, sushi lokantasında ekmek istiyor, ekmek olmadığı cevabını alınca garsonu azarlıyor. Bir bilgisayarı parçalıyor. Kütüphanede görevliyle tartışıyor. Golf sahasında birine levyeyle saldırıyor. Üniversitede hocayı azarlıyor. Tiyatroda sahneye atlayıp, oyunun akışını bozarak ortamı kendisi domine ediyor. Kostüm partisinde birine saldırıyor. Kalaşnikofla partiye ateş açabilir miydi? Kim bilir?
Fransa’da Said, Vinz, Hubert ortalığa dehşet saçarken, Türkiye’de Recep’in şiddeti yaşanıyor.
IŞİD’in, Türkiye’yi Fırat Kalkanı’yla beraber aktif cihat sahası olarak tanımladığı bugünlerde, bir tür Recep İvedik popülizmine yönelen eylemler gerçekleştirmesi muhtemel. Ve bu aktif cihat sahası fikri insan kaynağını da gözetiyorsa, Reina’nın ya da İstanbul Üniversitesi’nin saldırıya uğraması çok şaşırtıcı değil.
Bu noktada La Haine filmindeki ve Fransa’daki gençlerin dönüşümünü kolay yoldan tanımlamak için geniş çevreler tarafından kullanışlı bir aparat olarak görülen İslamofobi gerekçesini, Türkiye’deki Said, Vinz ve Hubertleri ele aldığımızda –kavramın da altını oyarak- işlevsiz kaldığını belirtmek gerek.
1970’lerde Uruguay’daki devrimci örgüt Tupamarolar’ın bastığı elit bir gece kulübünün duvarlarına “ya herkes dans edecek ya da hiç kimse” yazdığı söylenir. Bugün bu öfkeyi cihatçı hareketlerin yıkıcı, popülist ve basit bir tavırla ipotek altına alarak Reina’yı vurduğu söylemek çok mu yanlış olur?