Türkiye, islamo-faşist inşa sürecinin ya da maratonunun son 100 metresini koşmaya hazırlanan AKP tarafından bir sandığa gitmeye zorlanıyor. RTE’nin “yetkileri genişletilmiş Cumhurbaşkanı” yaftası altında diktatörlüğünü hedefleyen Anayasa değişiklikleri, Meclis’te 330 oyla geçerse, referandum sandığının yolu görünecek ve AKP döneminde 11’nci sandık kurulmuş olacak.
AKP’nin “ecdadı”sayılan Erbakan liderliğindeki radikal islamın partileri, en yüksek oy oranına 1995’te yüzde 21,4 ile ulaşmışlardı. 1999’da ise oy oranları yüzde 15,4’e düşmüştü. 2001 krizi, koalisyon ortakları merkez sağ (ANAP-DYP) ve merkez solu(DSP), MHP ile birlikte baraj altına iterek tasfiye etti. Erbakan’ın “Milli Görüş”ünden güya ayrılarak neoliberalizmle barışık, F.Gülen ile koalisyon ortağı halinde 2002 seçimlerine giren AKP ise , krizden armağan olarak iktidarı kaptı. Yüzde 34 dolayında oy ile 363 milletvekili çıkardı ve tek parti iktidarı oldu. AKP, sonraki yerel ve genel seçimler ile Anayasa referandumu ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu oy oranının altına gerilemediği gibi, yüzde 40’lar , sonra da yüzde 50’ye yaklaşan oranlara ulaştı.
Kaynak: Yüksek Seçim Kurulu
AKP’nin 2000’li yıllarda yüzde 30’larla başlayan seçmen desteğinin kısa sürede yüzde 40’lar, derken yaklaşık yüzde 50’ye sıçramasında, Türkiye merkez sağındaki çöküntü kadar merkez solun düşük siyasi performansının da rolü oldu. Ama, AKP’ye en çok yarayan şey, iç ve dış ekonomik rüzgarlar oldu. Bu rüzgarları iyi değerlendiren AKP’nin, yelkenini şişirip hedefine doğru yol aldığını belirtmek gerekir. Şimdi ise AKP’yi, lideri RTE’yi, rejimin inşasının finaline taşıyacak bu ekonomik konjonktür sonlanmak üzere. Bu rüzgarla şişen yelkenlerin inmeye hatta yırtılmaya başladığı bir krizin eşiğindeyiz. Bu tırmanışın ve tırmanışın sonundaki tıkanışın “birikim modeli”ne ve hikayesine yakından bakmak , geleceği okumak açısından da gereklidir.
Nasıl arttı?
AKP, yenilenme ihtiyacı duyan çekirdek radikal islamın yüzde 20’lik oyunun üstüne, 2000 sonrası merkez sağda hayal kırıklığı yaşayan “muhafazakar”ları kattı. Böylece, 2002 seçimlerininde yüzde 34’e ulaştı. Ama bu kadarla kalmadı; AKP’ye “demokratlık vehmeden” kullanışlı alık demokratların ve paralelindeki bir kısım Kürt oyların yanında, son dönemlerde Kürt düşmanı milliyetçiler, ama en önemlisi, pragmatik-ekonomik gerekçelerle oy kullanan kitleler AKP oylarını yüzde 50’nin eşiğine taşıdı.
AKP’nin 2002’den 2011’e kadar satmayı başardığı bu “muhafazakar demokrat, kalkınmacı” parti algısı, dışarıdan sağlanan sermaye girişi ve politik destek olmasaydı gerçekleşmezdi.
AKP, bir kere, 2001 krizinin ardından delik deşik olmuş ekonominin IMF ve K.Derviş işbirliğinde rektifiye edilmiş , kamu maliyesi, finans sistemi onarılmış halini altın tepsi içinde teslim aldı.Özelleştirmelerin bütün altyapısı hazırdı, iktidara geçtiklerinde. AKP, daha iktidarının ilk döneminde neoliberal amentüye iman bildirerek IMF ve AB’nin desteğini alırken Türkiye tarihinde görülmemiş bir sermaye girişini-likidite bolluğu yaşayan bir dünya konjonktürürün de etkisiyle- sağladı. Bu dış kaynak girişi ile istikrarlı bir büyüme dönemi yakalandı. Ekonomi 2003-2007 döneminde yılda ortalama yüzde 7 dolayında büyürken istihdam da arttı.
Kaynak:TCMB
2000 öncesi, büyüme için ihtiyaç duyduğu dış kaynak girişini sağlayamayan Türkiye kapitalizminin cari açığı da, finansman ihtiyacı da düşük kalıyor, açık finanse edilemeyince IMF kredieri imdada çağrılıyordu. 2002 sonrası ise, IMF patentli reçetelerle düzelen göstergeler, dış sermayeyi hızla çekti. Bir yandan özelleştirmeler, AB ile tam üyelik yakınlaşması, hem doğrudan yabancı sermaye hem de sıcak para, kredi girişlerini hızlandırdı ve 2007’ye kadar olan dönemde yılda 30 milyar dolara varan dış kaynak girişinin etkisiyle, ekonomi ortalama yıllık yüzde 7 büyüdü.
2008-2009 dünya krizi, bu akışı bir süreliğine aksatsa da 2010 sonrasında sermaye girişi , devamında da ekonomik büyüme, istihdam ve iç tüketim hızlandı. 2007’ye kadar kendisine manevra alan açan AKP, bu tarihten itibaren Gülen Cemaatinin Emniyet ve yargıdaki kadrolarının marifetiyle, tehdit olarak gördükleri sivil-asker üst bürokrasiyi “darbeci ayıklamak,demokratlaşmak” savı altında Ergenekon, Balyoz, Odatv gibi operasyon başlıkları altında tasfiyeye yöneldi.2007 seçimlerine ekonomik büyümenin yanında bu “demokrasi” gazıyla giren AKP-Gülen koalisyonu, oy oranını yüzde 47’ye kadar çıkardı.
2008-2009 dünya krizinde ekonominin uğradığı sarsıntıyı, güçlü maliye imkanları sayesinde iyi dümen tutarak yönetebilen AKP, 2009 yerel seçimlerinde biraz kan kaybetse de (% 38), yılın sonuna doğru, çıkmış yabancı yatırımcının geri dönüşü ile yeniden büyüme ivmesi yakaladı. 2010-2013 yıllarında büyüme temposu çok yükseldi.İstihdam arttı,tüketici kredisi ,kredi kartı harcamaları hızlandı, yabancı kaynak girişi yıllık 60 milyar doların üzerine çıktı. Bu, söz konusu dönemde, olağandışı borçlanmalara gitme anlamına da geliyordu aynı zamanda. Çünkü giren yabancı kaynak ağırlıkla dış borç olarak girmişti.
Yükselen yıllar
2008-2009 krizi ile belli bir kopukluk yaşasa da 2003’ten 2014 sonlarına kadar, daha önceki yıllarla karşılaştırılmayacak ölçüde giriş yapan dış kaynak, AKP rejiminde büyümenin dinamosu oldu. Yüksek girişler, dövizin, özellikle doların fiyatını da ucuzlattı ve ithalat, ithalata dayalı mal ve hizmet üretimi hızla arttı. Ancak, bu ucuz döviz kuru, hep iç pazarı çekici kıldı. Dışarıdan bulunan kaynakların önemli bir kısmı (Kredilerin dörtte biri) tüketici kredisi, kredi kartı borçlanması olarak hanehalkına kullandırıldı. Böylece, iç pazara dönük birikim modeli, AKP’nin de modeli oldu.
Kaynak:BDDK
Konut ağırlıklı İstanbul rantı odaklı yatırımlar, dış kaynağın kullanıldığı temel alanlar oldu. İnşaat, özellikle seçildi. Çünkü AKP, rejimini ,geleneksel burjuvaziye dayanarak değil, kendi organik burjuvazisini inşatta palazlandırdı, bunun için, güçlendikçe kayırmacı politikalara yöneldi, özellikle de 2011 sonrasının “mega projeleri”nin firma seçiminde, bu tercih kendisini iyice gösterdi.
İç pazara dönük popülist birikim modeli, 2013 ortalarına kadar tıkır tıkır işledi. 2007’ye kadar dünyadaki likidite bolluğu şartları, 2009 krizi sonrası da dünyada krize karşı izlenen genişlemeci para politikaları, Türkiye’ye hayal edilemeyecek ölçüde dış kaynak girişi sağlamıştı. Bu kaynaklarla döviz kuru baskılandı,ucuzlatıldı. Ucuzlatılan döviz, ithalatı patlattı ve üretimde iç pazara dönük inşaat ile tüketim malları sektörleri , dış rekabete konu olmayan hizmet alanları özendirildi. İç tüketime odaklı büyümenin sağladığı dolaylı vergi+SGK prim gelirleri ile sağlıktan sosyal yardıma, altyapıdan çeşitli kamu hizmetlerine bol kepçe para harcayan AKP, hem istihdam yaratan hem kamu hizmeti üreten “cevval,çalışkan,iş bitirici” bir rejim imajı çizdi. Böylece, bu “seçmen odaklı birikim modeli” ile oylarını her sandığa gidişte biraz daha yükseltti.
AKP’nin seçmen kazanma odaklı iç pazara dönük popülist birikim modeli, tıkanmaya mahkumdu. Çünkü döviz üreten, dış rekabet gücü edinmeye yanaşmayan, kolaycı iç pazara ,iç kaynakların tahribatına, İstanbul’un doğal, kültürel ve tarihi varlığını yağmalamaya dayanan bu modelin teklemesi kaçınılmazdı.
Akan sermaye, akmaz olduğunda, önce dolar fiyatı fırlayacak, ardından borç yükümlülüklerini yerine getirmede zorluklar yaşanacak ve borcu kullanan reel sektörden başlayan banka sistemine sıçrayan bir yangın kaçınılmazlaşacak, yangına itfaiye misali yetişmeye çalışan kamu malyesinin de bu büyük yangınla başetmesi zorlaşacağı gibi, kendisinin de alev alması riski büyüyecekti.
Birikimde tıkanma
Tıkanma, özellikle 2013 ortalarında baş gösterdi ve izleyen zaman diliminde her yıl biraz daha daralma ile ilerledi. Küresel krizin yarattığı geçici park yeri olma fırsatı ile Türkiye’ye hızlanan borç akışı, ABD’nin yavaş yavaş belini doğrultma, büyüme için fonları davet etme ve faizleri bunun için yükseltme sinyali ile birlikte yavaşladı. Dış fonlar, Türkiye dahil, geçici park yeri ülkelerden çıkış yapmaya başladı ve tüm ülkelerde dolar fiyatı yükseldi.
Türkiye’ye özellikle 2015’te dış para girişi 11 milyar dolara kadar geriledi, cari açığa yetmedi, açık ,ancak rezervler ve kayıt dışı döviz girişleri ile finanse edilebildi.
7 Haziran 2015 seçimleri ile AKP oyları yüzde 41’e geriledi. Böylece AKP tek başına iktidarı kaybetme noktasına geldi. Ne var ki, koalisyona bile tahammülü olmayan AKP, islamcı formasına bir de milliyetçi şapka ekleyip 1 Kasım seçimlerine giderken savaş iklimi yarattı, Kürt seçmeni sindirdi, MHP’den seçmen çekti. Bu kaotik durum, sermayeyi de ürküttü, kaçırdı, musluklar tıslamaya başladı. Dolar, o yıl yüzde 25 pahalandı.
2016’da ise tüm riskler hızla arttı. ABD Merkez Bankası Fed’in faiz artışı, biraz zikzaklı ve gecikmeli olsa da 2016’da başlatıldı. Sermaye yine çıkış sinyali aldı. . Öte yanda, hem Suriye ve Irak’taki duruş, hem Rusya ile dalaşma, devamında 15 Temmuz Fetö darbe girişimi, AKP’nin başkanlık hedefi için “öteki düşman” Kürt siyasetine dönük yok etme politikası, ülke risklerine tavan yaptırdı. Derecelendirme kuruluşları, yılın ikinci yarısında Türkiye’nin notunu “çöp”ilan etti. Ekim’de, ABD’de, büyümeye, faiz artırmaya, sermayeleri ABD’ye çekmeye pek iştahlı Trump başkan seçildi. Bunların da üstüne Avrupa Parlamentosu Türkiye’yi hukuk devleti olmaktan çıkan, bağımsız yargıya, özgür medyaya tahammülü olmayan, insan haklarını, hele ki mülkiyet haklarını ihlal eden ülke ilan etti. Bu üst üste gelen darbelerle 2015’te zaten yüzde 25 pahalanmış dolar, 2016’da bunun üstüne yüzde 16 daha pahalandı ve fiyatı 3.50 TL basamağına yerleşti.
Bundan sonra?
Varılan yer itibariyle, hem AKP’nin politik pozisyonu hem dış dünyaya, alacaklılara karşı yükümlülükleri ve onların Türkiye’ye bakışları, seçmen odaklı , iç pazara dönük birikim modelini sürdürmenin şartlarının kalmadığını gösteriyor. Toplamda 421 milyar dolara ulaşan ve üçte ikisi özel sektöre ait olan dış borç stokunun çevrilmesi iyice zorlaştı. Çünkü dış sermaye için Türkiye, Brezilya’dan sonra en riskli çevre ülke. Hem, ABD gibi bir güvenli liman kendini toparlamaya başlarken riskli bölgede neden kalsın?
Sermaye akışı yavaşlayınca, dolar fiyatı, öngörülere hiç uymayan 3,5 TL’ye çıktı. Bu fiyatla, net dış döviz açığı 2009’da 67 milyar dolar iken 2016’da 215 milyar dolara çıkan reel sektörün baş etmesi kolay değil. İflaslar,eldeğiştirmeler kaçınılmaz görünürken, döviz kredilerinin yüzde 60’ını kullandıran içerdeki bankaların bu sarsıntıdan yara almamaları da mümkün değil. Bir de özellikle ihtiyaç kredisi ve kredi kartı borçlusu alt-orta sınıfların 250 milyar TL’ye ulaşan riskleri var bankaların sırtında.
İç pazara dönük birikim paradigması tekleyip hatta küçülme başlarken bu modelle seçmen memnuniyeti yaratmak da artık zor. Kriz yangını sokağa sıçrayıp seçmeni yakmadan son bir çırpınışla onu sandığa sürüklemek ve rızasını alarak ondan canlı kalkan elde etmek, RTE’nin ana hedefi. Son günlerde iyice hissedilmeye başlayanan krizin sebebi olarak yine bazı “şer odakları” hedef gösteriliyor. “Yatırım yapın, Türk Lirası’na geçin, üretin, ihraç edin, istihdam sağlayın. Çünkü bize saldırüann, zerk edilmeye çalışılan zehrin panzehiri bunlardır. Bu kritik dönemde yatırımlarını erteleyen herkes nazarımda ekonomimize saldıranlarla aynı saftadır” (25 Aralık,Hürriyet). Bu sözlerin sahibi RTE, böylece krize sürüklenen firmaları, krizin sorumlusu olarak da gösterip seçmene şirinlik yapmakta, sandık rızasına hazırlamaktadır. Ama işe yarayacak mıdır?
Seçmen odaklı birikim modelinin sonunu , biraz da izlediği hukuk dışı, kutuplaştıran, risk üreten, otoriter rejimiyle hızlandıran AKP’nin, başkanlıkla daha da otoriterleşecek siyasi yapısıyla, bu modeli sürdürmesi mümkün görünmüyor. Çünkü dış sermaye güvensiz, iştahsız, gelmiyor.
Birikim modelini, bu saatten sonra döviz üreten, dışa açan, rekabet gücü mal ve hizmet üretimine özendiren yapıya dönüştürmek, dış sermaye girişi olmadan mümkün değil. İç pazardan dışa dönme, zor , zahmetli, üstelik sandığa giderken yapmak seçmeni kaçırtır. Çünkü, rekabetçilik, daha az işçi ile daha az ücretle üretimi;kamu kaynaklarını seçmenden çok, işverenlere tahsisi gerektirir. Dahası, içeride öyle bir gerilim ve kutuplaşma var ki, yönelinen başkanlık ısrarı her gün biraz daha risk üretiyor. AKP, bu yapısıyla risk azaltamıyor, güven vermiyor. Buradan uzaklaşması, mesela OHAL’i kaldırıp, hukuk devletine küçük dönüşler yapması bile hedefi ile çelişiyor. En ufak muhalefeti bile kaldıramıyor.
Peki ne olacak?
Türkiye’nin yakın tarihini yaşayanlar bilir; Sermaye birikimi çarkı teklerse, zora girerse iş dünyası feveran eder.Bugün ise, öyle bir korku salınmış ki, sadece TÜSİAD, her tür azarı göze alarak, hukuk devletine yönelmeden ekonomi çarkının dönemeyeceğini ifade etti. Şöyle konuştu 1 Aralık’ta TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan; “Üzerimize gelmesi muhtemel fırtınayı düşündüğümüzde, yapmamız gereken şey, huzur ve güven ortamını bir an önce tesis etmek. Başta yargı olmak üzere kurumlara güveni tazelemeli, ifade özgürlüğünü tartışmasız biçimde tesis etmeli, terörle mücadele sırasında ortaya çıkan mağduriyetleri gidermeli, hiçbir vatandaşın etnik kökeni ve mezhebi nedeniyle kendisini ikinci sınıf vatandaş hissetmediği bir toplum düzeni kurmayı başarmalıyız”.
TÜSİAD Başkanı Symes ise şu eklemeyi yaptı; “.. bazı OHAL uygulamaları özellikle Anadolu’da ticari hayatı olumsuz etkiliyor, ekonomide güven kaybına neden oluyor. Olağanüstü halin bir an önce kaldırılmasını, ülkenin Meclis’inin yeniden asli görevini yapmaya odaklanmasını ve KHK ile yönetimin sonuna gelinmesini bekliyoruz.”
Ekonomik taleplerden çok, politik iyileşme gerekliliğini ifade etmek, ilk kez oluyor. İç talebe dönük, seçmen odaklı ,yandaş sermaye yaratma hedefli büyümeye TÜSİAD’ta temsil edilen sermayenin yakınmalar dışında bir karşı çıkışı, ağır bedeli olacak bu tükenişe bir çözüm arayışı oldu mu? Pek olmadı. Geçmiş dönemlerde hükümetlere yön veren tekelci sermaye, bu dönemde baskı karşısında dağıldı, içlerinden Şahenk ,Sabancı gibi yandaşlar çıktı; dahası hepsi, çeşme akarken testiyi doldurmanın gafletine daldılar.Birçok dönemde, birçok burjuvazinin yaptığı gibi.
Peki şimdi? Geleceğini AB ile, Batı sermayesi ile bütünleşme üzerine kurmuş bu kesim, tükenmiş birikim modelini, totaliter bir siyasi yapı ile ancak sündürüp süründürecek, Batı dünyasının ekonomik ve askeri yapılarıyla çatışan bu rejim ile ne yapacaktır?
Kendisini palazlandırıp yükselten birikim modelinin tıkanmasını, biraz da kendi politik hedefleriyle hazırlayan rejim, bu haliyle Batı dünyasından, Atlantik bileşeni olmaktan dışlanmaktadır. Batı’nın siyaset şablonu ve değerleriyle, rejimin tek adam yönetimi tercihi uyuşmamaktadır.
Rejim, sürekli bir tehdit algısıyla yaşamakta, hesaplaştığı Fetö’nün fitneliğinde ABD kaynaklı bir darbeye maruz kalmaktan korkmaktadır. Rejim, bunun farkında olarak, Rusya’ya yaklaşmakta, tehditi, Rusya ile bloklaşıp bertaraf etmeye yanaşır görünmektedir. Rusya’nın himayesi için Orta Doğu’daki bütün iddialarından vazgeçmiştir. Ancak, hem sırttaki yükümlülükler hem Türkiye kapitalizminin Batı dünyası ile bütünleşmiş yapısı, bu tür “Atlantik’e karşı Avrasya” fantezilerine alan bırakmamaktadır. TÜSİAD’tan Özilhan şu hatırlatmayı yaptı 1 Aralık’ta; “Dünyada ekonomik ve siyasi güç dengesi açısından, batı eski ayrıcalıklı konumunu kaybetmiş olsa da, istikrar, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi, eşitlik, adalet, güvenlik, barış, refah gibi kavramlar söz konusu olduğunda ağırlık hala batıdadır, hala Avrupa’dadır. Bu kavramlar, sınırlarının hemen yanında savaşların devam ettiği bir ülke için de hayatidir. Bu nedenle değerler seti olarak Avrupa’dan uzaklaşmak Türkiye için söz konusu değildir” Bu tür saptamaları olanların, endişelerini ABD ve AB ‘deki karar vericilerle paylaşmamış olması düşünülebilir mi? Paylaşmaktan öte, bir oyun planları olmaması düşünülebilir mi?
Kavşak ve 3 yol
Türkiye, 2017 yılına girerken üç seçenekli bir kavşaktan yol alacak. Birinci yol, sıkıştığı köşeden başkanlık rızasıyla nefes alacağını uman, ama başkan olsa bile Türkiye’yi bilinmez bir geleceğe sürükleyecek RTE’nin yoludur. Anayasa değişikliği Meclis’te önlenemez ve referanduma gitmek kaçınılmazlaşır da istenen hedefe sandık üstünlüğü ile ulaşılırsa, Türkiye bu kaosa sürüklenecektir.
İkinci yol, işi sandığa bırakmadan, Atlantik kaynaklı bir askeri darbeye girişilmesidir. Böyle bir girişim çok tehlikelidir, iç savaşı tetikleyebilir. Ama ciddi bir ihtimal olarak durmakta, şartların olgunlaştırıldığına dair işaretler görülmektedir. Beşiktaş, Kayseri katliamları ile Rus Büyükelçisinin suikast, ayrıca böyle bir darbenin toplumdan rıza almasını sağlamaya dönük çeşitli atraksiyonlar, bu hazırlığın işaretleri olarak da okunabilir.
Üçüncü yol, bu rauntta AKP’nin mağlup edilmesi, Meclis’te, olmadı referandum sandığında başkanlık sıtmasının son bulmasıdır. Bu başarılabilirse, erken seçim ve AKP’de çatlama , gerileme yaşanabilir. Bir dizi radikal dönüşümün önü açılabilir. Emek ve demokrasi güçlerinin, kaos ve darbeye karşı bütün güçleri birleştirerek en geniş “hayır” cephesini oluşturacakları bu yolu izlemeleri ve bunun için mücadele etmeleri beklenir.