Açıkçası, Ağustos 24’te Fırat Kalkanı adı altında başlatılan Suriye’ye müdahale girişimini, sadece AKP’ye ilişkin bir olgu olarak görmüyorum. Hatta AKP’den de öte, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendini getirmek durumunda kaldığı konumuyla alakalı, zorunlu bir hamle olduğunu düşünüyorum. Ülke içindeki şiddet ve kaosa bağımlı hale gelen tek adamlık rejimi, bunun temel besin maddesini, sınır dışında esip gürleyen, “eski güzel günleri” anımsatan bir savaş siyaseti ile temin etmek durumunda.

Fakat dışardaki arena, Erdoğan-AKP’nin iç siyasetini ilerlettiği politik hatta gelişme kaydedip kaydedemeyeceği, çok belirsiz. Tamamen kendisine hizmet eden bir medyanın, her amacı için kullanabileceği, tüm olanaklarıyla elinde olan bir devlet aygıtının bulunduğu ülke sınırları içinde, daha evvel söylediklerinden farklı çizgide konuşması, önceden söylediklerini yalanlaması, her yeni günü sıfırdan başlatması kolay olabilir. Fakat dışarıda işler bu dengelere göre işlemez ve bu yöntem sürekli başarısızlığıyla kanıtlandığı üzere bir yerde duvara çarpacaktır.

Örneğin birkaç gün önce, IŞİD ile mücadele serüveni olarak başlayan Fırat Kalkanı harekatı,  Kürt güçleriyle girilen yoğun çatışmalarla devam etmiş, terkedilen “Emevi Camii’nde namaz kılacağız” söylemi, “Zalim Esed’in hükümdarlığına son vereceğiz” olarak şekil değiştirdi bir anda. Rusya’nın oluruyla başlayan harekatın bu amaçla tanımlanması Rusya hükümetiyle anlamsız bir gerilime sebep oldu.

Elbette böyle olacaktı, ne bekleniyordu ki? Ne Suriye kayyum atanabilecek bir belediyedir, ne de Rusya hükümeti temsilcileri, dokunulmazlıkları kaldırılıp yargılanabilecek siyasi aktörlerdir. Yıllardır siyaset yapmakta olan kişilerin de bu dengelerin farkında olması, belli bir tutarlılıkla, farklı siyasi iklimlerde farklı koşulların geçerli olduğunu bilmesi beklenir.

Öte yandan, Rusya uçağının düşürülmesinin yıldönümünde 3 Türk askerinin yaşamını yitirdiği, önce Suriye Ordusu tarafından gerçekleştirildiği “değerlendirilen”, sonra bunun yalanlandığı, halen bir açıklık getirilemeyen sürpriz bir saldırı yaşandı. Saldırıyı kimin gerçekleştirdiği hala net olarak değerlendirilebilmiş değil. Ne ilginç, Erdoğan şanlı zaferlerle sonuçlanmasını vaat ettiği savaş siyasetinde, milli orduya karşı yapılan bu saldırılara, dışarıdan gelen bu yaptırımlara karşı oldukça ürkek.

Avrupa'ya karşı kullandığı "mültecileri salarım" tehditleri, kullanıldıkça bayatlıyor. Kapitalistler egemenlikleri konusunda hassastır, taviz vermeye meyleden hükümetler zayıflıyor, batının genelinde yayılan mülteci karşıtı, içe kapanmacı siyasetler gittikçe güç kazanıyor. Avrupa'nın "hoşgörü, demokrasi, adalet" maskesi düştükçe, Erdoğan'ın korkutmaları anlamsızlaşacaktır. 

Siyasi etkileşimlerde ya da savaşlarda başarılı olabilmek için geri düşürülmesi zor hamleler yapmak gerekir. Avrupa'ya karşı siyaset ekonomik problemler yaratıyor. Erdoğan'ın Fırat Kalkanı operasyonunda gerçek bir hamlenin, siyasi bir kazanımla sonuçlandığı görülmedi. Kontrolündeki vasıfsız cihatçılarla, yine bir yerlere bayraklar asıyor; fakat bunların hepsi Türkiye'nin siyasi hacminden bir parçaya mal oluyor. 

Ülkedeki tüm haklar ve özgürlükler askıya alınmış, ekonomik kriz yaklaşıyor, sorun yaşamadığı kimse yok, Suriye’de iflas etmeye mahkum fakat halen bunlar için gerçek çözümler yaratmaya çalışılmıyor, halkın değil devletin çıkarları için bile bir yöntem geliştirilmiyor. Bunların yerine, her gün Erdoğan’ın yeni bir çılgınlığıyla uyanıyoruz.

Anlaşılan o ki, haddinden fazla iktidar sahibi bir adam, oldukça yalnız ve yarınını düşünemeyecek bir durumda. Bunu artık gizleyemiyor bile: Çünkü o bir bağımlı. Gününü kurtarabildiği, günlük şiddet ve kargaşa dozunu arttırabildiği ölçüde bir iktidar sahibi olabiliyor. Madde bağımlıları, bir noktadan sonra aldıkları maddenin miktarı ne kadar olursa olsun kendilerini madde kullanmış gibi hissetmezler. Madde kullanmış olmak hissi yok olur. Yalnızca ayakta kalabilmek, normal yaşantılarını sürdürebilmek için madde kullanmak, bu süreç ilerledikçe de miktarını arttırmak durumunda kalırlar. Bu süreç çok yüksek ihtimalle ölümle sonuçlanır.

Erdoğan’ın bulunduğu nokta da buna benziyor,elindeki devlet gittikçe “aygıt” olma özelliğini kaybediyor; ekonomik anlamda hükümet sözcüsünün “gıda krizi, su krizi yaşanabilir” diyebileceği kadar büyük bir bataklığa ilerliyor. Devletin devlet olma özelliği yalnızca şiddet ve baskının tesis edilmesinde kullanılıyor ve devletin doldurması gereken diğer alanlara sadece yıkım, çöküş ve travma getiriyor. Bir gelecek tasavvuru gittikçe zorlaşıyor ve Erdoğan da, neredeyse gündelik olarak işletilen Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşı gibi belirsiz bir geleceğe mahkum olarak, büyük korkular içinde yaşıyor.

Ekonomik istikrarsızlık, Türk lirasının Suriye poundu karşısında bile değer kaybetmesi, doların uçuşa geçmesi aslında bu korkulara sağlam gerekçeler yaratıyor. Gezide titredi, 7 Haziran’da yumruk yedi ve çareyi sadece kendi koyduğu kurallara göre yönetilecek bir ülkeye giden sancılı bir yola meyletmekte gördü. Bu cinayet ve hukuksuzlukla döşenen yol gittikçe bir çaresizlik halini aldı. Mutlak hedefi de başkanlık, başkanlık olmazsa yaşayamayacağını düşünüyor.

Bu durumda kalan sorular şunlar: Tek başına başkanlık, hukuk sistemi çökmüş, ekonomik bunalımlara gebe bir ülkede Erdoğan’ın ayakta kalmasına yetecek mi? Hükümetin açlıkla, susuzlukla sınamaya hazırlandığı halk, buna ne kadar tahammül edecek?

Acaba herkesin gerçekliği mi yoksa bir kişinin fantezileri mi kazanacak?