Fetih geleneğinden midir nedir bilinmez, Türk sağının en geçmek bilmeyen hastalıklarından biri, memleketin bir yerlerine “damga vurmak”tır. Kimisi barajla, kimisi köprüyle, kimisi havalimanıyla anılmak ister. Ülkenin altyapısı için yapılması zaten zorunlu olan yatırımları, bizim vergilerimizle değil de sanki kendi ceplerinden ödermişçesine övünürler.

Menderes ile başlayan, Demirel ve Özal ile devam eden geleneğin günümüzdeki temsilcisi elbette Erdoğan. Üstelik başbakan olmasıyla falan başlamadı bu gelenekçiliği... İstanbul’un belediye başkanı olduğunda, üst geçide bile tarih atma huyu Erdoğan ile başladı. Hani aman yanlış anlaşılmasın, kimin döneminde yapıldığı belli olsun diye...

Tabii ki Erdoğan’a üst geçitler, köprüler, havalimanları yetmedi. Damga vurmak istediği memleketin ta kendisiydi. Gezi’den sonra ağzındaki baklayı çıkardı, Cumhurbaşkanlığı kampanyasında “Yeni Türkiye” gibi bir ideal koydu seçmeninin önüne. Bir dönemin ikinci cumhuriyet söyleminden farklı değildi. Eskisi ölmüştü, yenisini kurmak gerekliydi.

Ama “Yeni Türkiye” söylemi bir türlü tam olarak istediği gibi içselleştirilememişti. Kampanya afişleri, parti propagandası ve havuz kalemlerinin dışında “Yeni Türkiye” kavramı pek kimsenin umurunda olmadı. Erdoğan çareyi Atatürk’te, pardon “Gazi”de, yani “Mustafa Kemal”de buldu. Her töreni Saray’a aldırıyor malum, Allahtan Anıtkabir’i Beştepe’ye taşımadı henüz. Ama anma törenlerini muhtarların buluşma noktası olan salonda yaparken sözü Yeni Türkiye’ye getirdi:

“Yeni Türkiye kavramının ilk kez Gazi tarafından Nutuk’ta defalarca zikredildiğini paylaşmak isterim.”

Yıkılan Osmanlı’nın yerine kurduğu “yeni bir ülke”den söz ederken Atatürk’ün “Yeni Türkiye” demesinden daha doğal ne olabilirdi. Hayır, şimdilerde yıkılan bir ülke var da bizim mi haberimiz yok, Erdoğan “yeni”sinden söz ettiğine göre... Ha eğer Erdoğan, Atatürk’ün kurduğu 93 yıllık Cumhuriyet’i hâlâ yeni sayıyor ve savunuyorsa, eşi Emine Hanım’ı da ikna etmesi gerekiyor. Lakin kendisi geçen şubat ayında “Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık” demişti.

Silivri sakinleri, duydunuz mu?

Eyyyy durup dururken ille cezaevine gireceğim diye çırpınan meslektaşlar... Eyyyy, kendiliğinden kapanan gazeteler, radyolar, televizyonlar... Eyyyyy FETÖ’nün F’sini sadece alfabeden tanıdığı halde “ille de devletten kovulayım” diye uğraşan akademisyenler, öğretmenler, memurlar...

Cumhurbaşkanımızın son açıklamasını duydunuz... Duymadıysanız buradan ben haber vermiş olayım: “Türkiye hiçbir dönemde bu kadar özgür, huzurlu bir dönem yaşamadı.”

Bakın, artık duymadık deme lüksünüz de kalmadı... Cumhurbaşkanımızın da dediği gibi, “ülkemiz bu kadar özgür ve huzurlu”yken memleketin imajını bozma hakkınız yok. Kendinizi cezaevine kapatmaya, ekranlarınızı karartmaya utanmıyor musunuz?

Hadi, kalkın yerinize yatın.

O değil de, bir faiz lobisi vardı ne oldu ona?

Gezi sırasında dolar 1.82’den 1.90’a çıkınca havuz medyasında atılan manşetleri hatırlarsınız... Evindeki kitaplarını getirerek parkta kütüphane kuran, ekmek arası yiyip nöbet tutanlar “faiz lobisi”nin üyeleri olmakla suçlanıyorlardı. Sanki kurdaki oynamanın sebebi eylemin kendisiymiş gibi.

Bugünlerde dolar 3.27’ye dayandı. Memlekette örtülü bir devalüasyon yaşanıyor. Ama üç kuruşun hesabını Gezi’nin sırtına yükleyenler, pişkinlikte sınır tanımıyor. Mesele Geziciler olunca “Ekonomiyi çökerttiniz” diyorlar... Kendileri ulusal kurumuzu yerlerde süründürünce “sağlık belirtisi.”

Birkaç gün önce Financial Times yayınladı. Türk Lirası, 1982’ten bu yana en düşük seviyede. Saray’ın ekonomi danışmanı Cemil Ertem hemen açıklama yaptı: “Doların yükselmesi Türkiye ekonomisinin sağlıklı olduğunu gösteriyor.” 15 Temmuz darbesinden sonra “Dolar 3 liranın altına düşecek” diyen kendisi değilmiş gibi.
Gerçi Saray’ın kur tahminlerine göre yatırım yaparsanız zaten sonunuz zaten harap... Jöleli danışmanı “1 Dolar 1 TL olacak” dememiş miydi?

İşin jölesi bir tarafa.. Kurdaki bu oynama hepimizi yoksullaştırıyor. Bakmayın Başbakan Yıldırım’ın “Dolardan bize ne, dolsa ne olur dolmasa ne olur...” dediğine. Müteahhitleri geçiş güvencesiyle ihya ettiği o köprülerden geçiş ücretlerini dolara endeksleyen kendisiydi.. Özetle, dolsa da kazıklanıyoruz, dolmasa da.

Sayın Bakan tehlikenin farkında mısınız?

Kabinenin en sık müşkül duruma düşen bakanlarından biri Mehmet Şimşek olmalı. Kariyerine yurt dışında başlamış olmasından mıdır nedir, bir kabine üyesinden duymaya alışkın olmadığımız özeleştiriler yapıyor. Geçen ay ABD’de Türk ekonomisini anlatırken, “Maalesef algımız son birkaç yılda bozuldu” dedi. En son Hürriyet yazarı Uğur Gürses’in eleştirel bir tweet’ini beğenmesiyle dikkat çekti.

Hani bunlardan dolayı başı derde girdi mi bilinmez ama son yaptığı açıklamadan sonra ince bir fırça yemesi muhtemel.. Şimşek, muhafazakar işadamlarıyla yaptığı bir toplantıda, AB ile yola devam etmenin ne kadar önemli olduğundan dem vurmuş. Mütedeyyin işadamlarının jargonuyla yaklaşmış olaya: “Eğer AB ile müzakerelerde ilerleme sağlarsak İslam dünyası nezdinde de daha cazip daha güçlü bir ülke oluruz.”

Buraya kadar sıkıntı yok gibi. Ama daha Erdoğan’ın AB ile ilişkileri kopma noktasına getiren demeçlerinden sonra bu cümleye ne gerek vardı Sayın Bakan:

“Bugün Avrupa'dan kopmak demek FETÖ'nün başarılı olması demek.”

Sayın Şimşek, tehlikenin farkında mısınız?

Muhtara editör kazığı

Bazı haberlerde, insanların isimleri yerine rumuzları yazılır... Hani yüz kızartıcı veya suçun kesinleşmediği durumlar gibi yasal nedenlerle bu yönteme başvurulur. Buraya kadar normal. Ama baş harflerle koruduğumuzu sandığımız isimleri, başkaca detaylarla neredeyse açık hale getiriyoruz. Dün ajanslara düşen “çıplak fotoğraf gönderen muhtar” haberinde olduğu gibi.

 

Okumuşsunuzdur, Edirne’deki bir muhtar, mahalleliye mahrem karelerini atmış. Adları baş harfleriyle verilmiş. Ama muhtarı olduğu mahalleyi açık açık yazınca, adını gizlemenin ne anlamı kalır... O mahallede kaç muhtar var ki? Bu köşenin yazarı B.M. demekten ne farkı var?

Muhtar demişken... Erdoğan, Saray’da “demokrasinin çekirdeği” diyerek ağırladığı muhtarlardan mahallelerine göz kulak olmalarını istemişti. “Hangi evde kim var, gelip bildirin” demişti. Belli ki Edirne’deki bu muhtar “beyan”ı abartmış. Yanlış yere yanlış beyanda bulunmuş. Çekirdek olarak büyük ceviz kırmış. Bir dahaki buluşmaya çağrılmaz herhalde.

Havuz problemi Vol. 34535645645

Sadece propaganda bülteni olarak habercilik yapanların en büyük yanılgılarından biri şu.. Gerçekleri eğip bükmek bir tarafa, hesaplarına gelmeyen haberi basmayınca “işlerini” daha iyi yaptıklarını varsayıyorlar. Kendilerini daha çok afişe ettiklerinin farkında değiller.

Son örneğine dün tanık olduk. Çeşitli çap ve ebatlardaki havuz gazetelerinde dün çok önemli bir ifade yoktu. Gülencilere karşı mücadelesiyle bilinen eski Emniyetçi Cevdet Saral, darbe komisyonundaydı önceki gün. Kendi ifadesine göre Saral, dönemin Başbakanı Erdoğan'a Yeni Şafak’ın sahibi Ahmet Albayrak aracılığıyla Gülen Cemaati örgütlenmesiyle ilgili bir uyarı iletmiş. Erdoğan'dan "Başı kıble gören insandan bize zarar gelmez. O kadar da endişeli olma” cevabı gelmiş.

İddia gerçek ya da yanlış. Hiç görmemek nasıl bir gazeteciliktir? Şu saate kadar Saray çevrelerinden de bir yalanlama gelmeyen sözleri “görmeyenler”... Rica ediyorum, o ceketinde mendil olan gri parlak takım elbiselerle gittiğiniz nargile salonlarında bile “gazeteciyim” demeyin...