Kafka’nın Ceza Kolonisi’nde işkence makinasını gözlemciye tanıtan subay, bu aletin kusursuz çalıştığını kanıtlamak için didinip durur. Üstüne itaat etmeyen, daha doğrusu nöbeti sırasında uyuyakalmış olan bir askerin, “zaman almasın” diye herhangi bir soruşturmadan geçirilmeden işkence cihazına yatırılması karşısında “gözlemci” biraz tereddüt etse de, mahkûmu kollayacak bir hamlede bulunmaz. Hikâye zamanla tersine döner ama bizim için bu öyküde işlevsel olan şey bizatihi işkence makinesinin kendisi ve “gözlemcinin” hareketsizliği. Kafka’nın tasvir ettiği Ceza Kolonsi üç bölümden oluşan, arada bir aksasa da genelde işlevini yerine getiren bir makina. İşkence edilecek olan mahkûmun ağzına keçeden bir tıkaç yerleştiriliyor ve sivri uçlu “tırmık” bir yandan mahkûmun derisini yüzerken bir yandan da akan kanı yıkayan uçlar sayesinde işini kusursuz yapıyor. Alet, mahkûmun vücuduna cezasını “işliyor”, etinden parçalar koparıyor ve mahkûm öldükten sonra da onu bir kenara atıyor.

Foucault da “Hapishanenin Doğuşu”na 2 Mart 1757’de Paris kilisesinin önünde, halka açık bir biçimde gerçekleştirilen korkunç bir infazı aktararak başlıyor. Kerpetenlerle vücudundan parçalar koparılıp yaralarının içine erimiş kurşun, kaynar yağ ve reçine ile kükürt dökülüp daha sonra ancak altı at tarafından çekilerek parçalanan, yakılan ve külleri rüzgara savrulan  mahkûma yapılanlar, egemenin “cezalıya” azap verme kabiliyetindeki gelişkinliğinin de tasviri gibidir. Fakat Foucault’nun aktardığı bu infazda insana en çok dokunan, mahkûmun arada bir cesaretle başını kaldırıp lime lime edilen vücuduna bakışıdır. Mahkûm her şeyin farkındadır ama vücudu üzerindeki tasarruf cellattadır.

“Suçlulara” veya “cezalılara” yönelik azap çektirme yöntemlerini burada özetlemek mümkün değil ama karar vericiler doğrudan bedene yap(a)madığını insanın ruhuna tatbik etmeyi öğreneli çok oldu. “Gelişkin” toplumlarda, “IŞİDvari”, pre-modern azap yöntemleri yoktur artık. Türkiye ise henüz ikisinin arasında gidip geliyor. Kâh Ortaçağ’ın deneyiminden besleniyor kâh modern ve hatta post-modern tahakküm araçlarını ustalıkla kullanıyor.

Başkanlığın adı OHAL

Zaten problemli olan egemenlik biçimi, nihayet OHAL sistemiyle daha da radikal bir dönüşüme uğruyor. Türkiye’de başkanlık sisteminin yeni adı OHAL. Bunun herkes farkında. Fakat galiba kimse, şimdiki OHAL’in öyle 12 ayla filan değil, yıllarca devam edecek bir sistemin ta kendisi olduğuna inanmak istemiyor. Kimse kendini aldatmasın, bu OHAL, bildiğiniz OHAL’lerden değil.

Bu OHAL, yeni bir sistemin adı. Sistem de kısa vadeli değil. Hedefleri, şekli-şemali titizlikle olmasa bile tasarlanmış bir yönetim biçimi. Bu yönetim tahayyülü içinde ne Avrupa Birliği’ne üye olma çabası var ne de “Batının ahlaksızlıkları.” Artık herkes yeni egemenlik sisteminin ahlakına göre hiza almaya zorlanacak. Yozgat’ta içkili mekânların kapatılması, Tophane’de içkili diye kadın sergisinin basılması daha başlangıç.

“Egemen olağanüstü hale karar verendir” sözüyle sık sık andığımız Carl Schmitt, OHAL “sayesinde” egemenin kesin olarak kim olduğunun ortaya çıktığını ileri sürer: “Olağanüstü halde hukuk devleti anlayışına uygun bir yetkiye yer yoktur. Anayasa böyle bir durumda, olsa olsa kimin müdahaleye yetkili olduğunu belirtebilir. Bu eylem hiçbir kontrole tâbi değilse ve liberal anayasacı pratikte olduğu gibi herhangi bir şekilde birbirini karşılıklı baskılayan ve dengeleyen değişik merciler arasında paylaştırılmazsa egemenin kim olduğu kesin olarak ortaya çıkar.” Türkiye’de bırakın güçler ayrılığı ilkesini -o çoktan mazi oldu- CHP’nin egemenlikten kırıntılar koparma dilenciliğiyle olup bitenlere “gözlemci” kaldığı bir ortamda, Schmitt’in dediği gibi, egemenin kim olduğu kesinleşmiş vaziyette.

Haliyle yıllarca kaos korkusuyla “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün” sözü üzerinden hizaya geçen toplum, egemenin kesinleştiğinin idrakinde olarak  “OHAL sürsün, Türkiye büyüsün” sözünün de peşinden koşuyor. Çünkü egemenliğin millette olmadığını 7 Haziran’dan sonra herkes çok iyi biliyor. O yüzden kafileye dahil olmayanlar da sessiz kalarak bu gidişata omuz veriyor. Tıpkı Ceza Kolonisi’ndeki “gözlemci” gibi. Ve tüm bunlara direnenler arada bir kalkıp lime lime edilen “vücutlarına” bakıyor.

“10 Ekim Ankara katliamından beri tek bir dileğim var, o da rüya görmemek. Gündüzleri kendimi oyalayacak şeyler buluyorum ama geceler işkence benim için. Kafamı yastığa koyduğum an Türkiye’de yaşamaya başlıyorum. Bitmek bilmiyor” diyor genç bir tanıdık. Arkadaşın kâbus yerine “rüya” sözcüğü kullanması tesadüf olmamalı. Zira tuhaf bir biçimde kahir ekseriyet hayatın “olağan akışı içinde” devam ettiğine kendini inandırmak istiyor. Belki de o yüzden “kâbus” yerine “kötü rüya” demek bile rahatlatıcı olabiliyor.

Hapishaneden cezaevine götürülmek

Bunca kendini aldatmışlık içinde hakkında dava açılmaması, evinin basılmaması, gözaltına alınmamış olmak, cezaevine atılmamak sayısız insana bir lütuf gibi gelmeye başladı. Oysa artık “rüyalarla” boğuşmak yerine hakikatle yüzleşmek ve adını koymak zorundayız: Türkiye zaten devasa bir hapishane ve ruhlarımıza tarifsiz acının işlendiği bir Ceza Kolonisi.

Bu hapishaneden de her gün yeni insanlar alınıp cezaevlerine, yani dört duvar arasına götürülüyor. Üstelik cezaevlerine insanlar dolduruldukça, biz “dışarıda” olduğumuz sanrısıyla hapishanede yaşamayı daha bir şevkle sürdürüyoruz. “Düşünmezsek herhangi bir felaket yoktur” diyoruz. İlgilenmezsen, uğraş alanını değiştirirsen, “küçük bir kasabaya taşınırsan”, “kurtulacağını” sanıyorsun. Oysa düşünsen de düşünmesen de, Türkiye’de artık yeni bir düzen kuruluyor ve bu düzen herkesi öğütmeye çalışıyor. Direnenler azaldıkça, öğütme makinesinin dişlileri daha hızlı çalışıyor, çalışacak.

Cezaevinde olmayan kendini özgür sanmasın

Dikkaten kaçmıyordur, pek çok insan işler çığrından çıkınca “siyasete” ara verdi! Çoğu “başka alanlara” “kaydı.” Bu tür bireysel “kayışlar” için hâlâ zaman var zaten. Fakat bir süre sonra kayış koptuğunda, “yeni ilgi alanınız” sizi “siyasetten” kurtaramayacak. Yani cezaevinde olmayan, kendini özgür sanmasın.

Yazıyı bir anekdotla bağlayalım. Üniversite yıllarımızda epey “hızlı” bir arkadaşımız zamanla “o işlerden” elini çekip “akademiye” yöneldi. O Marxist kuramı, Frankfurt Okulu’nu hatmederken bizim arkadaşlar ise afiş asıyordu. Bir gün, beraber epey polis copu yediği bir arkadaşıyla kantinde karşılaşıyorlar. “Akademiye yönelen” arkadaş duvara afiş asmakta olan diğer arkadaşa “aaa, sen hâlâ afiş mi asıyorsun” diyor ve burun kıvırıp geçiyor. Geçtiğimiz günlerde “akademiye yönelen” arkadaşın da yargının gazabına uğramaktan kurtulamadığını öğrenince aklıma bu tebessüm ettirici anekdot geldi. Kıssadan hisse, sinizm kimseyi kurtarmaz.

(Fotoğraf: DPA)

*

Bu yazı ilk olarak Gazete Duvar'da yayımlanmıştır.