Korku filmlerinin görünürdeki içerikleriyle korkutmaktan daha karmaşık göndermeleri olduğunu biliyoruz. Bunu hızlıca tartışmak için sinemadan değil de erken başlangıçlardan yola çıkıp, korku edebiyatına göz atmakta yarar var. Örneğin, Mary Shelley’in Frankenstein’ı (1818) gibi bir başyapıttan işe başlanabilir. Çaldığı ölülerin vücut parçalarını bir araya getirerek yeni bir insan imal eden aynı adlı doktorun öyküsünde korkutucu olan şey, kuşkusuz, Aydınlanma Çağı’nın insan kavrayışı olmalıdır. İnsana yaratma yetisi atfeden, aklın bitimsiz kavrayış ve çözüm kapasitesi olduğuna iman etmiş bir dönemin ardından, bu tanrısal imkânın kullanılışından duyulan endişeye işaret ediyordu Mary Shelley. Romanın dile getirdiği mitos da böyle bir imal edilmiş insanın (ya da yaratığın) tüyler ürpertici anlatımı olmaktan çok, Aydınlanma’nın rasyonalizm mitosuydu. Kendi bilimsel ve teknik yaratıcılığının sonsuzluğundan kuşku duyuyor ve korkuyordu bir grup İngiliz entelektüeli.

Korku filmleri de bunu yapacaklardı ve hâlâ da yapıyorlar. Toplumsal travmaları dışavuruyorlar. Bir zamanlar Soğuk Savaş’ı, nükleer bombaların getireceği yıkımı, Vietnam Savaşı’nı, AIDS’i, uzay araştırmalarının olası sonuçlarını vs.’yi dolayımlayan korku filmleri vardı. Gelecekteki bir nükleer savaşın yarattığı zombileri veya uzaydan gelip insanlığın başına bela olan yaratıkları görselleştirenler doğrudan doğruya anlattıkları olasılıktan duyulan endişeye işaret ediyorlardı. Ekolojik bir felaket sonrasındaki dünyayı anlatanlar, bilinmedik virüslerin dönüştürdüğü insanlara ilişkin olanlar da, kuşkusuz böyleydiler. Bir metropolün derinliklerinde yaşayan gizli kötülükleri öyküleyenlerin ana kaygılarının metropoliten gerçekliğin karmaşıklığından duyulan korkular olduğu söylenebilirdi. Çoğu korku filminin açık veya kapalı göndermesi kuşkusuz Freud’la başlayan bir farkına varışla bağlantılıydı: İnsanın psişik yaşamının görünen gündelik yaşamından ne denli farklı ve zor kavranır olduğu ortaya çıkmıştı ve korkutuyordu. Bilinçaltımız her birimizin içinde farkında bile olmadığımız kötülükleri barındırıyordu belki de. Herkesin amatör psikiyatr haline geldiği bir çağda bu çok verimli bir korkutma fırsatıydı. Korkutulmamıza bile gerek yoktu; zaten korkuyorduk ve filmler bize sadece bunu hatırlatıyordu. Mevcut korkularımızı kurcalıyordu.

Korku filmlerinin temel mantığı galiba bu son argümanda gizli. Korkutulabilmemiz için o filmin yapımı öncesinde de korkmakta olduğumuz, ama filmin olsa olsa bize anımsatacağı bir dizi tehdit unsuru çevremizde olmalıdır. Nükleer tehditten habersizsek, onun bizim fiziksel bünyemizi dönüştürücü, malformasyonlar üretici etkisini duymamışsak, bunları eksen alan korkularımız da doğal olarak yoktur. Veya sözgelimi, bitkisel yaşam gibi bir varoluş biçimini tanımayan bir çağda zombinin, yaşayan ölünün ne gibi bir korkutuculuğu olabilirdi? Ölümle yaşam arasındaki sınırın çok kolay aşılabildiği, yani çok kolay ölünüveren geçmiş yüzyıllarda ölümle yaşam arasındaki bir belirsiz ara durum tahayyül edilemezdi; edilmemişti de… En küçük bir enfeksiyondan bile ölünebilen bir dünyada ölüm korkutmuyordu, ölememe ihtimali akla bile gelmiyordu.

Bu durumu düşününce, Türkiye’de son on yılda birdenbire ortaya çıkan ve çok sayıda örneği üretilen korku filmlerini nasıl yorumlanabileceği konusu iyice ilginçleşiyor. Yıllarca korku filmi çekmeyen, yabancı korku filmlerine de fazlaca meraklı olmayan bir ülkede bu korku merakı nereden kaynaklanıyor? İkincisi, nelerden ve nasıl korkuluyor?

Filmlerin adlarına bakılınca yorum için epey malzeme derlenebiliyor: Helak, Siccin, Dabbe, Deccal, Mihrez, Semum, El Cin, İblis’in Oğlu, Ümmü Sıbyan: Zifir, Azem: Cin Karası, Hanzep, Musallat, Şeytan-ı Racim, Ammar,Ceberrut, Azazil vs.

Bu film adlarının hepsinin Arapça oluşu ve bir biçimde İslam’la (ya da pseudo-İslam’la) bağlantıları bulunuşu herhalde rastlantı değil. Kısa bir internet araştırması bu gibi tüm adların cin ve şeytan gibi dinsel kavramlarla ilişkili olduklarını ortaya koyuyor. Belli ki, Türkiye’de korkular metafizik bir altyapı üzerinde yükseliyor. Kısacası, Türkler nükleerden, ekolojik çevre felaketlerinden, bilimin yanlış dönüştüreceği bir dünyadan, psişik insani açmazlardan filan korkmuyorlar. Önce bu tuhaf cesaret üzerinde düşünmekte yarar var. Bence bunu anlamak için Türkiye’de dünyayı dönüştürmeye muktedir aktif bir insani varoluş hali tahayyül edilmediğini görmek gerekiyor. Değişimin sadece niceliksel bir şey olarak düşünüldüğünü, ama radikal ve niteliksel olabileceğinin akla gelmediğini anlıyoruz. Bu, aslında değişmeyen, değişmemesi gereken ve değişmemesi umulan bir dünyada yaşadığına inanmak demek. Hepimizin dünyayı daha iyi veya daha kötü yapacak araçlara, imkânlara sahip olduğumuzu görmemek demek. Dolayısıyla, böyle değişimleri bilinçle yapmaya da soyunmamak demek. Böyle düşünenlerin tüm korkularının fizik değil metafizik evrenine ait olmasından olağan ne var?

Bu aynı zamanda da entelektüel açıdan havlu atmış bir topluma işaret ediyor. Sadece görmediği, akılla kavrayamadığı, gündelik yaşamda yüz yüze gelmediği, ama dine sığınarak baş edebileceği kötülüklerle tanımlı bir dünyada yaşıyor Türkler. Böyle bir korkular evrenini en iyi anlatan güncel terimin ‘üst akıl’ oluşu da doğal. Neden olduğunu bilmediğimiz, nereden kaynaklandığını anlatamayacağımız, bize neden düşmanlık ettiğini söyleyemeyeceğimiz kötülükleri yapan bir üst akıl o. Onun tek görevi gündelik yaşamda, politikada başarılamayan, ahmaklıklar nedeniyle yüze göze bulaştırılan her şeye umarsızca maruz kalanlara bir açıklama sağlaması. Mihrez, Semum, Hanzep, Ammar veya Azazil niye kötülük yapıyorsa, üst akıl da aynen öyle yapıyor. Daha doğrusu, onların hepsi de bizim bitimsizce değişen bir dünyayla baş edemeyip, her an yenilenen koşullar karşısında apışıp kalışımıza, düpedüz çaresizliğimize gönderme yapıyorlar. Nasıl ki Mihrez ile Semum’a akıl erdiremiyorsak, üst akla da öyle aval aval bakıp kalıyoruz. O üst aklın bizim sahip olduğumuz olağan akılla kavranması olanaksızsa başka ne yapabiliriz? İnsanoğlunun dünyayı dönüştürebilmesi için, öncelikle, olağan akılla kavranan ve olağan akıllar tarafından var edilen bir dünyada yaşadığını fark etmesi gerekir. Bu farkındalıksa Türkiye’ye alabildiğine uzak gözüküyor.

Sorun şu ki, metafizik evrenine böylesine gömük yaşayan ve fiziksel evrene ayak basmamak için elinden geleni yapan bu çaresizler, sayısız somut sorunla kuşatılmış bir ülkede yaşıyorlar. Buysa olağan düşünsel döngüyü tamamlıyor: O sorunlarla baş edemedikleri için metafizik dünyaya kaçıyorlar, metafizik dünyaya kaçtıkça o sorunlarla baş etme imkânını hepten yitiriyorlar. Çağdaş Türkiye açmazına hoş geldiniz. 

(Manifold isimli sitede yayımlanmıştır)